GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (10) / DR. SEYFİ SAY

mehmet kutlular ile ilgili görsel sonucu

mehmet kutlular ile ilgili görsel sonucu

*

“YAPMIŞ OLSAYDIM…”

*

Evet, hiç kimseyi satın alınamaz görmeyen MİT’çilerEsad Efendi’yi bile, ölümünden önceki sürgün döneminde birkaç kişilik bir ekip olarak (muhtemelen Almanya’da) ziyaret etmiş, bazı konularda kendileriyle işbirliği yapması karşılığında sorunlarını çözme teklifinde bulunmuşlardı. Onları güzellikle başından savan Esad Efendi, son haccı sırasında kendisine eşlik eden cemaat mensuplarını, “Bunu yapmış olsaydım siz de rahat ederdiniz, ama yapılacak şey değil” diyerek olaydan haberdar etmişti. (Bunu, üçümüz biraradayken bana ve Av. Kemal Yavuz Ataman’a söyleyen, o yıl hacca gitmiş olan Av. Yalçın Ünal‘dı.)

Tipik “fil terbiyesi” yöntemiydi bu.. Önce zor duruma düşürme, perişan etme, yerden yere vurma, sonra da, “sözde” yardım edip kurtarma bonkörlük ve alicenaplığında bulunma riyakârlığıydı.

Esad Efendi’den, kendi vatanında “laiklerle ve Kemalistlerle eşit haklara sahip bir vatandaş” olarak güven içinde yaşayabilmesi karşılığında ödemesi istenen bedel; haysiyeti, onuru, şahsiyeti, bağımsızlığı, “hür fikir ve vicdanı”ydı. Ve Esad Efendi, kendisinden istenen bu alçaklığı ve alçalmayı kabul etmemişti. Rahat bırakılmayacağını bile bile..

Esad Efendi’ye bu öneriyi yapanların, tekliflerinin reddedilmesi durumunda hayata geçirmeyi düşündükleri bir “B” planları acaba var mıydı?

Ya da, yok muydu?

Evet, MİT’çiler, hiç kimseyi satın alınamaz görmüyorlardı. İşlerine yarayacağını düşündükleri herkesi kullanmak isteyebilirlerdi. Ve “Sultan Abdülhamit’in torunu” Mehmet Akif’in bunun istisnası olması gerekmiyordu. Her ne kadar söz konusu yahudi kökenlilik dedikodusu benim gözümde Mehmet Akif’in değil, onunla ilgili olarak bu rivayetleri çıkaranların hanesine yazılan bir olumsuzluk idiyse de, 2008 yılında S. G. ile alâkalı haberi okuyunca, Mehmet Akif konusunda da kafam karışmıştı. S. G., onunla yaptığımız Yuşa Tepesi ziyaretinden beri benim “şüpheliler” listemde yer almaktaydıhaber7.com’da yayınlanmış olan yazı ise, onunla ilgili kuşkularımın kesin kanaate dönüşmesine neden olmuştu. Kanaatimin güçlenmesine, yazının içeriğinden ziyade, bir süre sonra internetten kaldırılıp yok edilmiş olması neden olmuştu. Ayrıca, S. G.’ün yer yarılıp yerin içine girmiş gibi ortadan kaybolması, ardında herhangi bir iz bırakmamayı tercih etmesi, onunla ilgili suçlamaların haklı olabileceğini gösteren karîne ve emarelerdi. Nereden geldiği belli olmaksızın birden bire ortaya çıkmış ve nereye gittiği meçhul olarak birden bire ortadan kaybolmuştu. Bunun, anlaşılabilir bir tarafı yoktu.

Bununla birlikte, S. G.’den Yuşa Tepesi ziyaretine kadar herhangi bir şüphe duymamıştım. Bunun nedeni, onu Essen’de ilk kez bir camide sabah namazında tanımış olmamdı. Seyahatimiz sırasında Mehmet Akif’le birlikte bir akşam Essen’e varmış, ertesi sabah da Diyanet’in camisine gitmiştik. Namazdan sonra Mehmet Akif beni S. G. ile tanıştırmıştı. O sıralarda konuşmalarımda, sabah ve yatsı namazlarını camide kılmaya dikkat etmenin önemine de değiniyordum. Bende S. G. hakkında şüpheler uyanınca, onun sabah namazını camide kılma hassasiyeti de benim için bir muammaya dönüşmüştü. Bir münafık, kalkıp sabah namazına camiye gitmezdi, ancak çok zorda kalırsa gösteriş için gidebilirdi. Acaba S. G., o sabah camiye, benim kendisine güven duymamı sağlamak için mi gelmişti?.. Eğer öyleydiyse, bu ancak, Mehmet Akif’in ona böyle bir tavsiyede bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Mehmet Akif’le de, birlikte sabah namazına camiye gitmiş olduğumuz başka bir günü hatırlamıyordum; o sabah, yoldan geldiğimiz ve gece çok geç yattığımız halde, namaz için camiye gitmemizi Mehmet Akif teklif etmişti. Mehmet Akif’ten şüphelenmek istemesem de, bu şüpheler artık kafamı, iradem dışında kemirmeye başlamış bulunuyordu.

Bununla birlikte, Mehmet Akif, S. G. gibi bekâr (ailesi yanında olmayan) ve birden bire ortaya çıkıp ansızın kaybolan bir “karabatak” değildi. Esad Efendi’yle olan ilişkisinin 1990’ların başına kadar uzanan bir mazisi vardı. Daha önce bir Millî Görüş sempatizanı olarak Hamburg’ta Sefer Ahmetoğlu ile irtibat kurmuş biriydi. 1990 senesinde Necmettin Erbakan – Esad Coşan ihtilafı başgösterince Esad Efendi’nin yanında yer almış, Sefer Ahmetoğlu’na muhalefet etmiş, Esad Coşan Hoca’nın Münih’te yaşayan gençlik arkadaşı ve ahbabı Gencer Akbulut’la teşrik-i mesaiye başlamıştı. Bununla birlikte, 1998 yılında Almanya’da bulunduğum sırada, bana Gencer Akbulut’la aralarında ufak tefek bazı sorunlar yaşandığını söylemişti. Münih’te Gencer Bey’i de ziyaret etmiş, biraz konuşmuştuk; ticaretle meşgul olan bu yaşlı, sakallı zat, bana samimi bir müslüman olarak görünmüştü. Mehmet Akif’in şikâyetçi olduğu ikinci kişi ise, daha sonra S. G. ile ilgili haberde Hasan Mezarcı’nın ev sahibi olarak ismine rastlayacağım İbrahim Balçok olmuştu. Gerek o, gerekse S. G., İbrahim Balçok’u Almanya’da ayrı baş çekmekle suçluyorlardı. İbrahim’i, daha önce İslâm Dergisi’ne göndermiş olduğu bir yazıdan dolayı gıyaben tanıyordum. Topladıkları yardım paralarını Bosna’ya götürüp dağıtmış, gezi notlarını da İslâm Dergisi’nde yayınlanmak üzere bize ulaştırmıştı. Söz konusu notları, fotoğraflarla birlikte yayınlamış bulunuyorduk. Bununla birlikte, Essen yakınlarındaki Wuppertal’da, Almanlar’ın Jugendherberge dedikleri gençlik pansiyonunda yapılan programa dinleyici olarak gelip katılmış, benimle özel olarak görüşmek veya konuşmak gibi bir talebi olmamıştı.

Mehmet Akif’in sözünü ettiği Sefer Ahmetoğlu’nu, 1988-1990 yılları arasında bulunduğum Almanya’da ben de tanımıştım. Millî Görüş Teşkilatı’nın Hamburg Bölge Başkanı durumundaydı. Mehmed Zahid Efendi’nin bağlılarından olan Ahmetoğlu, o sıralarda imamlık da yapıyordu. 1988 yılı Eylül ayında Almanya’ya gittiğimde, Türkiye’de 1990 yılında patlak verecek olan Erbakan-Coşan anlaşmazlığının orada zaten mevcut olduğunu görmüştüm. Bir ara yaşadığım Osnabrück’te, Millî Görüş Camisi’nin Karadenizli babacan, güler yüzlü ve iyi niyetli merhum imamı Aslan Korkmaz hoca, “Esad Efendi’nin 1987 yılında ANAP’ı desteklediğini duyduklarını, bunu ona yakıştıramadıklarını” söylemişti. Halbuki, o seçimler sırasında Esad Efendi açıkça Refah Partisi’ne destek vermiş ve bunu İslâm Dergisi’nde ilan etmiş bulunuyordu.

Almanya’da o sırada tekfirciliğin alıp başını gitmiş olduğunu da görmüştüm. Türkler’in sayıca fazla olmadığı Münster’de sadece Diyanet’in ve Süleyman Efendi bağlılarının camisi mevcuttu, bu yüzden, üniversitenin dil okuluna devam ettiğim bu şehirde cuma namazlarını, daha yakın olan Diyanet Camisi’nde kılıyordum. Millî Görüş’ün o kentteki temsilcisi, orada namaz kılmanın caiz olmayacağına inanıyordu, bu yüzden her cuma, yakınlardaki Greven beldesinde yer alan Millî Görüş Camisi’ne gidiyordu. Aynı şekilde, Münster’e 50 kilometre mesafedeki Osnabrück’te yaşayan Millî Görüşçüler’in, Cemalettin Kaplancıları tekfir ettiklerini görmüştüm. O sıralarda Millî Görüşçüler’in Almanya’daki en itibarlı hocaları, Mustafa Efe ve Kayseri-Pınarbaşılı Selahattin hocalardı. Her ikisi de yaşlıydı. Osnabrück’e geldiğinde Selahattin Hoca’ya, oradakilerin Kaplancılar’ı tekfir ettiklerini, bu konuda onları uyarmasının iyi olacağını söylemiştim. Selahattin Hoca vaazında, bana cevap verir gibi, “Kaplancıları tekfir etmiyoruz ama, onlar şöyle şöyle” diye konuşmuştu. Ancak cemaat, “Vur” deyince “Öldür” anlıyordu. Aslında Selahattin Hoca’nın, “Kaplancılar şöyle şöyle ama, onları tekfir etmemeliyiz” demesi gerekiyordu.

Böylece, Almanya’da İslâmî cemaatler arasında bir tekfir yarışı almış başını gitmişti. Millî Görüşçüler’in Diyanet’e yönelik tekfirci tutumları sadece kendilerindeki ölçüsüzlükten kaynaklanan birşey değildi. Bunun, derin devlete ait toplum mühendisliği ve psikolojik savaş faaliyetlerine olan tepkiden kaynaklanan reaksiyoner bir tarafı da vardı. Yıllar sonra, Mehmet Kutlular’ın, “Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi” diye konuştuğunu, “Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim” diyerek sözlerine açıklık getirdiğini okuyacaktım (Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999).

Aynı malum odağın Milli Görüş içindeki adamlarının, Erbakan‘a da, “Sana tabi olmayan diğer cemaat mensupları ‘patates dini‘ndendir hocam, bunu mutlaka söylemelisin” diye “gaz” verip vermediklerini ise, bu konularda o, Esad Coşan Hoca ve Kutlular kadar açık sözlü olmadığı için bilemiyoruz. Süleymancılar diye bilinen grubun ölçüsüz ve dengesiz imam hatip okulları aleyhtarlığının ardındaki etkenler konusunda da yeterli bilgimiz yok.

Merhum Bediüzzaman Said-i Nursî gibi rejimle olan ilişkilerinin seyri malum bir âlimin izleyicilerini bile kullanmak isteyenlerin, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi “resmî” bir kurumu “kendi haline” bırakması elbette düşünülemezdi. 2000’li yıllarda, yurtdışında altı yıl görev yapmış olan bir imam bana, “Gitmeden önce bizi topladılar, MİT’ten bir görevli, ‘Yurtdışında birlikte çalışacağız’ dedi” açıklamasında bulunacaktı. Almanya’da bulunduğum sırada da, 1990 yılında, Münster’deki Diyanet Camisi’nin imamı bana, Almanya genelinde faaliyet gösteren Türk teşkilatlarından birinin lideri durumundaki şahsın Alman istihbaratı ile ilişkili olduğunun kendisine Konsolosluk’taki din ataşesi tarafından söylendiğini ifade etmişti. İmamları devletin, espiyonaj/casusluk ve kontr-espiyonaj için de kullandığı anlaşılıyordu (Ne yazık ki MİT sadece yurtdışına gönderilen imamları ve öğretmenleri değil, ülke içindeki stratejik önemi olduğu düşünülen kurumlardaki birçok yöneticiyi de bu tür faaliyetlerde kullanmaktadır. Mesela üniversiteler, düşünce üretimi, gençlerin örgütlenmesi ve gelecek kuşakların yetişmesi açısından önem taşıdığı için ihmal edilmeyen kurumlar arasında yer alıyor. Üniversitelerdeki birçok yönetici, akademisyen ve öğrenci, ne yazık ki MİT’çiler tarafından yönlendiriliyor ve onlar tarafından senaryosu yazılan tuzaklarda, eylemlerde ve provakatif faaliyetlerde kullanılıyorlar). Doğal olarak, devlet görevlilerinin, Alman istihbaratının kontrolü altına girmiş insanlarla mücadele etmesi hakkı ve göreviydi. Fakat, mesela Mehmet Kutlular’a gidip, “Yurtdışında Millî Görüş ve Süleymancılar’la mücadele et” demeleri, insanları birbirine düşürüp fitne fesat çıkarmaktan, karışıklık ve kargaşa üretmekten, tek kelimeyle “ihanet”ten başka birşey değildi.

Kutlular bunu kabul etmemişti, ama acaba, kaç cemaat lideri onun gibi davranabilir ve bedel ödemeyi göze alabilirdi?!… (Evet, bedel ödedi.. Kızını kaybetti ve sadece “Deprem ilahî îkazdır” dediği için hapse atıldı. Ve MİT açısından ne mutlu bir tesadüf ki, birlikte çalışma teklifinde bulundukları Esad Coşan hoca da, onların önerisini reddettikten sonra sadece 5-6 ay yaşayabilmişti. Böylece MİT’çiler, onları hayalkırıklığına uğratan –ki sağlığa zararlı olduğu için onları hayalkırıklığına uğratan pek fazla kimse çıkmaz–, “kontrol” altına alamadıkları bir “hedef” şahıstan olağanüstü şansları ve bahtları sayesinde kısa sürede kurtulmuş oluyorlardı.)

Açıkça anlaşılıyordu ki, birtakım güç odaklarının tarih boyunca değişmeyen temel taktiği “Böl ve yönet”ten ibaretti. Yöntemin eskiliği, ilkelliğinden değil, her devirde geçerli ve etkili olabilmesinden ileri geliyordu. Almanya’da cemaatler ve gruplar arasındaki çatışmanın çok fazla sert yaşanıyor olmasının, salt o cemaatlerin kendi iç kusurlarından ve eksikliklerinden kaynaklanmadığını, bunun bir “derin çete” boyutunun bulunduğunu çok sonra anlayacaktım.

Daha 1988 yılında, Almanya’da Esad Efendi aleyhinde iftira niteliği taşıyan sözlerin Millî Görüşçüler arasında revaçta olduğunu görmek beni rahatsız etmişti. Bu yüzden, Esad Coşan Hoca’nın, İslâm Dergisi’nin Ocak 1990 tarihli sayısında isim vermeden Erbakan’ı eleştirmesi beni şaşırtmamıştı. Mayıs ayında kapalı bir salon toplantısında ona isim vererek yönelttiği eleştiriler de haftalık Tempo Dergisi’nin 17 Haziran 1990 tarihli sayısında yayınlanmıştı. O sıralarda maddî bakımdan sıkıntılı bir sürece girmiş bulunuyordum. Babamın Almanya’da işçi olmasından dolayı Alman devletinden aldığım BAFöG (Bundesausbildungsförderungsgesetz / Federal Eğitimi Teşvik Yasası) bursu, tuhaf ve nedensiz bir şekilde kesilmişti. (Almanlar’la işbirliği yapmaya alışmış olan MİT’çiler, FETÖ ile mücadele kapsamında pekçok kişinin adres, telefon vs. gibi bilgilerini Alman istihbaratına büyük bir safiyet ve güven duygusu içinde verebildiler. Acaba bu naif güven, geçmişte benzer bilgi alışverişlerini, işbirliğini, yardımlaşma ve “paslaşma”yı sorunsuz yürütmüş olmalarından mı kaynaklanıyordu?) Millî Görüşçüler, daha önce bana burs vermişler, fakat ihtiyacım olmadığını söyleyerek kestirmiştim, bir daha almayı da düşünmüyordum. Millî Görüş Hannover teşkilatının, cemaatin çocuklarına eşimin dinî bilgiler vermesi ve Kur’an kursu hocalığı yapması karşılığında bize ikâmetgâh tahsis etme ve maaş bağlama teklifini de, Erbakan’a karşı Esad Efendi’yi destekleme kararı almış bulunduğum için, reddetmiştim.

Kasım 1990’da, Seha Neşriyat’ın temsilcisi olarak katıldığım Köln’deki Millî Görüş kitap fuarında karşılaştığım (sonradan Refah Partisi milletvekili olan) Hasan Hüseyin CeylanMillî Gazete’nin Almanya bürosunda çalışmamı teklif ettiğinde de, hiç tereddüt etmeden red cevabı vermiştim. Orada karşılaştığım Millî Gazete’nin Almanya temsilcisi, sonradan Erbakan’ın başın danışmanlığına getirilecek olan Nazır Özsöz de bana sitemde bulunmuştu. Çünkü, İslâm Dergisi’nin o ayki sayısında, “Cihad ve Cihad Emiri” başlıklı üç sayfalık bir yazım yayınlanmış bulunuyordu.

Söz konusu yazıda, Erbakan’ın temel iddialarını tartışma konusu yapıyordum. Erbakan’a göre, bir dönemde çok sayıda şeyh mevcut olabilir, fakat sadece bir tane cihad emiri bulunurdu; şeyhlerin cihad emirine tâbi olmaları zorunluydu. Cihad ordusuna katılıp cihad etmeyenlerin patates dininden olduğunu birçok yerde söylediği biliniyordu. Ben de, Almanya’da yüksek öğrenim öğrencileri için Köln’deki Jugendherberge’de düzenledikleri bir programda bu ifadeleri Erbakan’ın ağzından bizzat duymuş bulunuyordum. Recep Tayyip Erdoğan da bu programa katılmış, seçim kazanma ve seçmenleri etkileme stratejileri üzerine bir konuşma yapmıştı.

O yazıda, Erbakan’ın cihad emiri kavramını yanlış kullandığını göstermeye çalışmıştım. Şeyhler gibi cihad emirleri de sayıca çok olabilir, bunlar farklı cephelerde görev alabilirlerdi. Cihad emirine herhangi bir kimsenin mutlak bir biçimde itaat etmek gibi bir yükümlülüğü de yoktu. Çünkü, cihad emirini atayan otorite, yani halife, aynı zamanda onun askerlerini de belirlerdi. Cihad emiri, rastgele bir kimseye, “Sen benim ordum içinde yer almak zorundasın” diyemezdi. Ayrıca, Erbakan cihad kavramını da yanlış kullanıyordu. Erbakan’ın kendi siyasal faaliyetine, cihadın “kıtal” (silahlı çatışma) şeklindeki biçimine ilişkin fıkhî hükümleri yüklemeye çalıştığı görülüyordu. Erbakan’ın yaptığı çalışma en iyimser bir yorumla tebliğ faaliyeti kabul edilebilirdi, bunun için de kimsenin kimseye tâbi olmasına veya emirlik taslamasına gerek yoktu. Bunu herkes kendi gücü ve kapasitesi ölçüsünde bağımsız bir biçimde yapabilirdi.

Kısacası, Erbakan’ın kafasının alabildiğine karışık olduğunu ya da kendi kişisel siyasal amaçları doğrultusunda insanların kafasını karıştırmaya çalıştığını düşünüyordum. Benim Erbakan’a karşı Esad Efendi’yi desteklemem, Cemaat’teki bazı MHP kökenlilerde görüldüğü gibi Erbakan alerjisinden de kaynaklanmıyordu. Çünkü, 1979 yılında Millî Görüş saflarına katılmış, lise öğrenimim sırasında üç yıl boyunca Millî Gazete’yi günü gününe alıp okumuştum. 1980 yılında, hemşerilerim Eray Yükselce ve Hamit Şahiner’le birlikte Gürün’de Akıncılar Derneği’nin şubesini açmayı düşünmeye başlamıştık. O yılın Ağustos ayı başlarında da, hemşerimiz (MSP ve Refah Partisi milletvekili) Temel Karamollaoğlu’nun daveti üzerine, Şahbaz Keçiyokuşu ile birlikte Ankara’ya gitmiş, toplantı ve konferanslar için kullanılan Demetevler’deki binada gerçekleştirilen iki günlük eğitim programına katılmıştım. Esad Efendi’ye intisap etmem ise ancak üniversite öğrenimime başladığım 1982 yılının Ekim ayında olmuştu. Aslında, 1980 yılında Darendeli Hulusi Efendi’ye intisap etmiş bulunuyordum. Benim Hulusi Efendi’yi bırakıp Esad Efendi’ye intisap etmemdeki etkenlerden biri, lisedeyken Mavera Dergisi’nde birkaç sohbetini okuduğum ve Müminlere Vaazlar adlı kitabının Sönmez Neşriyat baskısını okumuş bulunduğum Mehmed Zahid Efendi’nin, Erbakan’ın şeyhi olduğunu biliyor olmamdı. Bununla birlikte, 1990 yılında yaşanan ihtilafta, dünyevî ve maddî bakımdan bana büyük zararlar verdiği halde, Erbakan’ın hatalı olduğunu düşündüğüm için, Esad Coşan Hoca’nın yanında yer almıştım.

Ancak, Esad Coşan Hoca’nın da Erbakan’a yönelik eleştirilerinde yüzde yüz haklı olmadığını, her ikisinin birbirine zıt şekilde yanlış karşıt uçlarda yer almış bulunduklarını, Esad Efendi’ye, moda deyimle “kritik ve analitik” bir şekilde yaklaşmaya başlayınca farkedecektim.

(Devamı için bkz.: 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR – 11 / DR. SEYFİ SAY

Kaynak: https://tenbih.wordpress.com/2018/04/17/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-11-dr-seyfi-say/)