MİLLÎ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİ ÇIKARIP MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİ İDEOLOJİSİNİ SAVUNMAYA BAŞLAYAN,

MISIR VE TUNUS’A GİDİP ŞERİAT YERİNE LAİKLİK TAVSİYESİNDE BULUNAN ERDOĞAN’IN SÜNNÎLİK ÜSTÜ YA DA DIŞI İSLAM’I BÖYLE BİRŞEY Mİ?

*

ŞERİAT İSTEMEYEN “MÜSLÜMANLAR”

Posted on 04 Mayıs 2013

Ahmet Polat

 

Önce bir haber:

 

ABD merkezli Pew araştırma kuruluşunun 39 ülkeden 38 bin kişiyle görüşerek yaptığı ankete göre dünyadaki Müslümanların büyük kısmı şeriatın ülkelerinde yasa olarak uygulanmasını istiyor. Türkiye’de şeriatın uygulanmasını isteyenlerde oran yüzde 12 olurken Afganistan’da bu oran yüzde 99’u buluyor. İşte anketten öne çıkan detaylar:

“Şeriatın gelmesini en az isteyen ülke yüzde 8 ile Azerbaycan. Nijerya’nın yüzde 71’i, Endonezya’nın yüzde 72’si, Mısır’ın yüzde 74’ü şeriatın gelmesini istiyor.Rusya’daki Müslümanların yüzde 42’si şeriatın gelmesini isterken Irak’ta bu oran yüzde 91, Lübnan’da yüzde 29, Tunus’ta yüzde 56, Ürdün’de ise yüzde 71.

Pakistan’da, şeriat isteyen ancak şeriatın diğer dinlere mensup olan kişiler için de uygulanmasını istemeyenlerin oranı yüzde 65, Türkiye’de ise bu oran şeriat isteyen yüzde 12’lik kesim içinde yüzde 50 olarak belirlendi. Irak’ta şeriat isteyenlerin yüzde 59’u diğer dinlerin şeriattan muaf tutulması gerektiğini savunuyor. Rusya’da şeriat isteyen Müslümanlarda bu oran yüzde 70 iken Mısır’da yüzde 25, Lübnan’da yüzde 51, Ürdün’de ise yüzde 41.

“Türkiye’de şeriatın gelmesini isteyenlerin yüzde 35’i suça karşı bedensel ceza yani kırbaçlama, dağlama ve sakat bırakma gibi cezalar uygulanmasını savunuyor. Pakistan’da bu oran yüzde 88, Ürdün’de yüzde 57, Irak’ta yüzde 56, Lübnan’da yüzde 50, Afganistan’da ise yüzde 81. Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 29’u ise zinanın cezasının recm olması gerektiğini savunuyor. Taşlananarak öldürülme anlamına gelen recmi en fazla savunanlar ise yüzde 84 ile Filistinliler.

“Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 17’si İslam dininden ayrılanların idamla cezalandırılması gerektiğini savunuyor. Bu oran en fazla yüzde 86 ile Mısır’da görülüyor.

“Türkiye’nin şeriat devleti olmasını isteyenlerin yüzde 48’i aile içi sorunların ya da mülk sorunlarının din adamları tarafından çözülmesi gerektiğini savunuyor. Birinci sıradaki Mısır’da bu oran yüzde 95.”

(http://dunya.milliyet.com.tr/turkiye-de-yuzde-12-seriat-istiyor/dunya/detay/1701923/default.htm)

 

Pew Araştırma Merkezi’nin (Pew Research Center) söz konusu araştırmasının (bkz. http://www.pewforum.org/Muslim/the-worlds-muslims-religion-politics-society-exec.aspx) Türkiye için verdiği sonuçlar, geçmiş yıllarda farklı kuruluşlar tarafından yapılmış bulunan araştırmaların sonuçlarıyla örtüşüyor.

Her ne kadar araştırmaya göre Türkiye’de Şeriat isteyenlerin oranı yüzde 12 olarak görünüyorsa da, bunu sahih (Ehl-i Sünnet inancına uygun, modernist yorumlara itibar etmeyen) Şeriat anlayışı çerçevesinde düşündüğümüzde, Milliyet gazetesinin yukarıya aldığımız haberinin de ortaya koyduğu gibi, oranın yüzde 2’ye, bilemedin yüzde 3’e kadar gerilediğini kabul etmek gerekiyor.

Evet, Türkiye’de, Ehl-i Sünnet’in (geleneksel, modernize edilmemiş) İslam anlayışı çerçevesinde Şeriat isteyenlerin oranının yüzde 2 ya da 3 olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Şeriat istemeyen müslüman olmak ne anlama gelmektedir?

Bu, esas itibariyle, Atatürk ilke ve inkılaplarını istemeyen, tam karşıtı uygulamaları savunan Atatürkçüler’in varlığı gibi birşeydir.

Atatürkçülerin, böylesi bir Atatürkçülük yorumunu kabul ettiklerine henüz şahit olamadık. Atatürkçülük konusunda tutarlılar.

Bırakın böylesi bir Atatürkçülük yorumunu savunmayı, Atatürkçü uygulamalara karşı çıkmamakla birlikte, onlarla çelişen en küçük bir uygulamayı çağdaşlık, demokrasi ya da inanç hürriyeti bahanesiyle savunanlara bile, “takiyyeci, gizli rejim düşmanı, gizli gündemci vs.” suçlamalarını yöneltebiliyorlar.

Evet, Türkiye’de, Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yüzde kaçı “Atatürk ilke ve inkılaplarının uygulanmasına lüzum yoktur, bunların çağı geçmiştir” diye düşünüyor, bilmiyorum. Ama, Türkiye “müslüman”larının en azından yüzde 88’i Şeriat için açıkça böyle düşünüyor.

Sonra da bu yüzde 88, kimi zaman, geriye kalan yüzde 12’yi “aşırı dinci, İslamcı, fanatik, radikal, vs.” diye damgalıyor. Sanki İslamcı olmamak bir meziyetmiş gibi.. Bazıları daha usturuplu ve kurnazca yaftalar uyduruyor: Haricî vs…

Peki, Şeriat istemeyen insanların müslümanlığının hükmü İslam’a göre nedir?..

Bu sorunun cevabını ben vermeyeyim.. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vazifesi ne?!..

Belki akla şöyle bir soru gelebilir: Bu insanlar Şeriat’in ne olduğunu gerçekten biliyorlar mı?..

İsteyip istemediklerine karar verebildiklerine göre, bildiklerini kabul etmek zorundayız.

Türkiye’de yaşayan bir müslüman olup da Şeriat’in ne olduğunu bilmemek, bu ülkede yaşayıp da Atatürk’ün kim olduğunu bilmemekten farksızdır. (Burada Şeriat’in ne olduğunu anlatmak için ayet yazmayalım. “Laik” bir kaynağa, T.C. Başbakanlık Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’üne başvuralım: Kur’an’daki ayetlere, Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku.)

Adam hem müslüman, hem de Kur’an’daki ayetlere, Hz. Peygamber s.a.s.’in sözlerine, yani Sünnet’e dayanan İslam hukukunu istemiyor.

Evet, Türkiye “müslüman”larının büyük çoğunluğu bu durumda..

Birileri de, Türkiye’de Ehl-i Sünnet’i savunacağım diye Şeddadî türbelere methiye düzmeyi İslam’a hizmet zannediyor.

Şu işe bakın!.. Asıl mesele ne, bu adamların derdi ne!.. Ehl-i Sünnet inancını savunmak bu mudur?!.. Böyle mi olmalıdır?!..

Adam Şeriat’i (Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini) istemeyecek, ve bu görmezden gelinecek, nakış nakış işlenmiş sandukası, yaldızlı kubbesiyle türbeyi ziyaret edince “Ehl-i Sünnet müslümanı” haline gelmiş olacak..

Evet, bugün Türkiye “müslüman”larının irşad edilmeye, Şeriat’e (Kur’an’daki ayetlere, hadîs-i şerîflere) davet edilmeye ihtiyacı vardır.

Onların İslam’ı dolaylı ifadelerle inkâr etme, Kur’an’a ve Sünnet’e dolambaçlı laflarla karşı çıkma anlamına gelen tutumlardan uzak durmaya çağırılmaları gerekmektedir.

Bunu kim yapacacaktır?..

Diyanet İşleri Başkanlığı mı?..

Diyanet İşleri Başkanlığı herşeyi hutbe konusu yapar, Şeriat hariç..

Herşeyi anlatırlar, fakat hiçbir hutbede şunu söylemezler (ya da söyleyemezler): “Şeriat, İslam demektir. Şeriat’e karşı olmak, İslam nazarında sapıklıktır. Sevmemek, nifaktır. Şeriat’i sevemeyen, isteyemeyen bir kalp ya ölmüştür ya da hastadır. ‘Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, imanlı bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.’ (Ahzab Suresi, 33/36.)”

Şu yaşa geldim, nice hutbe dinledim, henüz Şeriat’in ne olduğunu açıkça dile getiren bir hutbeye rastlamak nasip olmadı..

Diyanet’in durumu bu… Peki ya cemaatler?..

Onların da, “özel” diyanet işleri başkanlıkları olarak üç aşağı beş yukarı aynı yolda yürüdükleri görülüyor.

Bunlar, “sivil” oldukları için, “resmî” Diyanet kadar bile mazur görülemezler.

Bir sürü dergi mergi, ıvır zıvır yayınlarlar, mantıklı mantıksız, önemli önemsiz demeden her meseleyi yayınlarında gündeme getirirler, “dosya” ve “kapak” konusu yaparlar, fakat Şeriat’e bağlılık genelde bir türlü ele alınmaz. Sanki böyle bir sorun varid değildir.

Hatta bazı cemaatlerin açıkça laikliği savunmaya başladıklarına bile şahit olduk.

Evet, rüyada görsek inanmayacağımız şeyleri zaman geliyor fiilen yaşayabiliyoruz. Dünya gözüyle görebiliyoruz.

“Olmaz olmaz deme, ‘olmaz’ olmaz.”

ŞİA’NIN VE KENDİLERİNİ EHL-İ SÜNNET’TEN ZANNEDEN ŞİÎLEŞMİŞ KİŞİLERİN ZAMANIN İMAMI SAFSATASI

Dr. Seyfi Say

 

Bilindiği gibi, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, bunlardan sadece birinin kurtulacağı hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Kurtulacak olanlar Hz. Peygamber s.a.s.’in sünneti ve ashabının yolu üzere olanlardır.

Dalaletteki fırkaların Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ile her meselede ihtilaf halinde olduklarını düşünmemek gerekir. Kimisi kader, kimisi şefaat, kimisi kabir azabı, kimisi Allahu Teala’nın sıfatları, kimisi de imamet/hilafet gibi konularda Ehl-i Sünnet ile ihtilafa düşmüşlerdir.

Bu sapık fırkalardan birisi, İmamiyye Şiası içinde yer alan İsmailiyye’dir.

Şehristanî (ö. 548 h.), el-Milel ve’n-Nihal’de, onlar hakkında şunları söylemektedir:

 

“Onlara göre arz hiçbir zaman zâhir ve belirli veya bâtın ve mestur (örtülü) olan, hayatta olup görevini yerine getiren bir imamdan hali kalmaz…

“Onların mezhebine göre, zamanının imamını bilmeden ölen kimse cahiliyyet üzere ölmüştür. Keza bir imama biat etmeden ölen kimse de yine cahiliyyet üzere ölmüştür.” (Muhammed Abdülkerim eş-Şehristanî, İslam Mezhepleri, çev. Mustafa Öz, İstanbul: Ensar, 2005, s. 192-193.)

 

Abdülkahir el-Bağdadî (ö. 429 h.), el-Fark beyne’l-Fırak adlı eserinde, Batıniyye’den olan İsmailîler’in zamanın sahibi olan imam”a gıyapta biat aldıklarını belirtmektedir. (Abdülkahir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, 4. b., Ankara: TDV Y., 2007, s. 183.)

Muhammed Ebu Zehra, İsmailîler hakkında şu bilgileri veriyor:

 

“… bunlar, imamların gizli-saklı da olabileceğine ve ona itaat etmenin yine vacip olduğuna inanırlar. Yani, bu gizlilik onların imametine engel olmamaktadır….

“Bunlara “Bâtınî” denilmesinin sebeplerinden bir tanesi de, bunların çoğu zamanlarda “İmam gizlidir” demiş olmasıdır….

“İsmailîlerin … görüşleri üç temel üzerinde kurulmuştur….

  1. İlahi feyiz, Allah’ın imamlara lütfettiği marifetin bir parçasıdır.
  2. İmamın açık ve bilinen bir kişi olması gerekmez. Gizli ve örtülü bir kişi de olabilir. Bununla beraber, ona itaat etmek vaciptir….
  3. İmam hiçbir insana karşı sorumlu değildir….” (Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Siyasî, İtikadî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, çev. Sıbğatullah Kaya, İstanbul: Birim Y., 1993, s. 61-62.)

 

Ehl-i Sünnet uleması arasında, Batınîler’in/İsmailîler’in bütün bu konularda haktan sapmış oldukları konusunda ittifak vardır. Öyle ki, sırf bunların imamet anlayışlarının Müslümanlar’ın itikadını bozmakta olduğunu gördükleri için, müteahhirîn uleması konuyu itikad kitaplarına almayı gerekli görmüşlerdir.

Günümüzde bazılarının bir yandan İsmailî/Batınî grupların dalaletten ibaret bu görüşlerini savundukları, diğer yandan da sözde Ehl-i Sünnet’i müdafaa davası güttükleri görülmektedir.

Bunların takiyye mi yaptıkları, veya Ehl-i Sünnet’in imamet/hilafet anlayışı konusunda koyu bir bilgisizlik içinde mi oldukları, ya da tutarlı ve mantıklı düşünmeyi başaramayacak kadar dağınık bir zihne mi sahip bulundukları, yahut hakkı kabul etmeyi gururlarına yediremedikleri için bile bile yanlışta inat mı ettikleri konusunda kesin birşey söylemek zordur. Aslında bu husus önemli de değildir. Açık olan husus, imamet/hilafet konusunda Ehl-i Sünnet akidesini terk etmiş olan bu tür kimselerin Ehl-i Sünnet’i savunma adına ortaya attıkları fikirler konusunda dikkatli olmak gerektiğidir. Çünkü bilerek veya bilmeyerek, dalalet ehli fırkaların görüşlerini Ehl-i Sünnet’e aitmiş gibi gösterebilmektedirler.

İTİKAD ALANINDAKİ MEZHEPÇİLİK YA DA MEZHEP TAKLİTÇİLİĞİNE VE TAASSUBA DAVET, EHL-İ SÜNNET’E GÖRE GÜNAH, MUTEZİLE’YE GÖRE KÜFÜRDÜR (İTİKAD ALANINDA FANATİK MEZHEPÇİLİK YAPAN, SELEFÎLERİ NEYİ SAVUNDUKLARINA BAKMAKSIZIN SIRF MATÜRİDÎ YA DE EŞ’ARÎ OLMADIKLARI İÇİN SUÇLAYANLAR BU TUTUMLARIYLA EHL-İ SÜNNET’İN DIŞINA ÇIKMAKTA, İMAMLARINI MASUM KABUL EDEN ŞİA İLE İTİKATTA BULUŞMAKTADIRLAR)

Merhum Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin (k. s.) Ehl-i Sünnet İ’tikadı adlı eserinden bir alıntı:

.

“Allah (c.c.)’ı ve Allah’ın sıfatlarını bilmek, ilimlerin en yücesi, en büyüğü, en faydalısı, en mükemmeli, en şereflisi, en parlağı, ruha en fazla tesir edenidir…. İşte bunun içindir ki bu ilmi, Peygamber (s.a.v.), ilmin başı olarak vasfetmiştir. Bu ilmi, aklî ve naklî delilleri ile bilemeyen bir kimsenin [başkalarını] taklide başvurmaktan [ve onlara uymaktan] başka çaresi yoktur. Taklid, Mâtüridî mezhebine göre câizdir. [Caiz olmak, farz veya vacip olmak anlamına gelmez.]

“Mutezile ulemasına göre taklid câiz değildir. Hatta Ebu Haşim, taklid edenin kâfir olacağını söylemiştir. Şüphesiz ki doğru olan, bizim mezhebimizin görüşüdür. Bununla beraber taklid yapan kimse günahkârdır. [Bu nedenle, taklid için mutlak olarak caizdir denemez, aklî ve naklî delilleri öğrenme imkânı bulamayan ya da durumu buna müsait olmayanlar için caizdir.]

“Peygamberimiz (s.a.v.)’den şöyle bir hadîs-i şerîfin rivayet olunduğu ileri sürülmüştür: ‘İhtiyarların dinini taklid edin.’ Halbuki bu, hadîs-i şerîf değildir. Süfyân-ı Sevrî’nin sözüdür….” (Çev. A Kabakçı ve F. Günel, 7. b., İstanbul: Bedir Y., 1996, s. 37.)

.

Buradan anlaşılabileceği gibi, İmam Matüridî ile ilişkisi “Ben de Matüridîyim” demekten ibaret kalan, onun neyi savunmuş olduğundan haberleri bile bulunmayan kişilerin “Ben itikadda Matüridîyim” demelerinin bir değeri olamaz. (Taklid konusu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber Şerhi, şerh: Aliyyül Kârî, çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., t. y., s. 384-8.)

MEZHEP TAASSUBUNDAN UZAK OLMAK, İNSANLARA BİR MEZHEBİ BENİMSEME ÖZGÜRLÜĞÜNÜ TANIMAYI, KENDİSİ DIŞINDAKİLERE FARKLI GÖRÜŞLERİ YÜZÜNDEN KİBİRLE TEPEDEN BAKMAMAYI, SAYGILI OLMAYI ÖĞRENMEYİ DE GEREKTİRİR

Dr. Seyfi Say

 

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefîlik konusundaki yaklaşımının, ülkemizdeki bazı sözde Ehl-i Sünnet savunucusu zır cahillerin tutumlarının aksine makul ve dengeli olduğu görülmektedir.

Bunun nedeni, el-Bûtî’nin konuyu bilerek, ilmî usûle bağlı kalarak tartışıyor olmasıdır.

Ülkemizdekilerin ise, istisnalar bir yana bırakılırsa, cehalet ve taassuplarını, riya ve inatçılıklarını Ehl-i Sünnet’i savunma maskesi altında sürdürdükleri görülmektedir.

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik en büyük eleştirisini, usûl-ü fıkıh çerçevesinde normal kabul edilmesi gereken ictihadî ihtilaflara (mezhep farklılıklarına) tahammülsüzlük göstermeleri oluşturmaktadır. Şöyle demektedir:

 

“… Zira bu metotta birçok görüş ve yöntemler mevcuttur. Bazı görüşlerde seleften sadır olan ahkâm ve fer’î hükümler üzerinde ittifak edilmiş, bundan bid’at ehli ve sapkın cahiller yüz çevirmiştir. Diğer farklı bir görüş olarak muhalefet anlamında ele alındığında ise üzerinde âlim ve müçtehitlerin ihtilaf ettiği, farklı değerlendirmelerin bulunduğu, kesinlik ifade etmeyen zanna dayalı görüşlerden müteşekkildir. İçeriğinde zan ve ihtimal bulunan bu metodun usul ve kaidelerindeki ihtilaflar olumlu bir ihtilaf çeşidi olup sahiplerini fısk ve dalalete sürüklemez….

“Selefiyye’nin kendisini tarif ettiği ve muhaliflerini ise dalalet ve fasıklıkla nitelediği görüşlerinin tümü veya bir kısmı incelendiğinde şu kanaate varılacaktır: Bütün bu görüşler ictihadî olup, muhalefet içermektedir….

“Selefiyye’nin perde arkasından kendilerini tek hak ve doğru mezhep olarak ileri sürmelerinin onların bir kuruntusu olduğunu anlamak pek zor değildir….

“Bu geniş kapsamlı tefekkürle izah olunan gerçekler Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin de eserinde beyan edip kabullendiği bir düşüncedir.” (el-Bûtî, Selefiye, İstanbul: Bedir Yayınları, s. 219-220)

 

Buradan anlaşılabileceği gibi, el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik tepkisi, daha çok, ictihad konusu olan bazı mevzularda muhataplarını dalalet ve bid’atçilik ile suçlamalarından, görüş ve mezhep farklılıklarına tahammül edememelerinden kaynaklanıyor.

Ayrıca, bütün Selefîler’in bu hatayı sergilediklerini de iddia etmiyor. “Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin” kendisi gibi düşündüğünü belirtiyor.

Buna bağlı olarak el-Bûtî, Selefî olduklarını söyleyenlerin, görüşlerini terk etmelerini de istemiyor. Şayet bunu yapmış olsaydı, Selefîler’i tenkid ettiği “Farklı ictihatlara tahammülsüzlük” hatasına kendisi de düşmüş olurdu. Şöyle diyor:

 

“Sözün özü, kendi görüş ve içtihatlarıyla ikna olan bu kardeşlerimizin kendi görüşlerini bırakmalarını istemiyoruz. Çünkü buna muktedir de değiliz. Şayet bu içtihatlarını Şeriat’e uygun görerek öne sürmüşlerse, onlar dahi bu görüşleri değiştirme istidadına sahip olamazlar. Aksine bu görüşlerine sadık kalıp müdafaa etmek ve karşıt görüşleri reddetmek zorundadırlar.

“Ancak onlara şunu hatırlatmak istiyorum. İçtihat ettikleri bu görüşlerini hak dinin gerçek tezahürleri olarak öne sürmesinler. Bu görüşlerden yüz çevirenleri de küfür, şirk ve dalaletle itham etmesinler. Çünkü onların bu görüşleri birer içtihat konusu olarak alındığı gibi, Müslümanların bu ve benzeri konularda onları irşad eden içtihatlar yapmalarının da onlar için caiz olduğunu unutmasınlar.” (s. 222-223)

 

Bunlar, dengeli ve makul eleştiriler.. Ancak, Türkiye’de güya Ehl-i Sünnet adına Selefîler’e yöneltilen eleştirilerin, bazen, tam da el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlerde gördüğü hataları içerdiği bilinmektedir.

Bir de, Tayyip Erdoğan gibi, kendi görüşlerini “hak dinin gerçek tezahürleri”, yani İslam’ın ta kendisi olarak gösteren, buna karşılık mezhepleri yerin dibine batıran, insanları bunları terk etmeye çağıran âhir zaman alâmetleri var.

Türkiye’deki sözde Ehl-i Sünnet davası güden tipler ise, el-Bûtî’nin aksine, Selefîleri, Ehl-i Sünnet şemsiyesi altına gelmesi gereken sapıklar olarak nitelendirebilmektedirler. Böylece, el-Bûtî’nin Selefîler’de gördüğü hatayı tersinden üretmekte ve eleştirdikleri Selefîler’den daha kötü bir duruma düşmektedirler. Bunlar her ne kadar Ehl-i Sünnet’i savunma davası güdüyor olsalar da, bu tutumlarıyla gerçekte Ehl-i Sünnet anlayışını terk etmektedirler.

Evet, el-Bûtî’nin Selefîler’e (hepsine değil) yönelttiği eleştirilerin esasını, ictihadî çoğulculuğu kabul etmeyip hakkı kendi tekellerinde görmeleri ve muhataplarını ictihadî hususlarda bile dalâletle suçlayabilmeleri oluşturmaktadır. (Türkiye’de bunu yapanların Selefîler’i aşırı biçimde eleştirenler olduğu görülüyor.) Bu yüzden el-Bûtî, eserinde Selefîlerin müşahhas görüşlerini değerlendirme konusu yapmadığını söylemekte, “… o zaman Selefiyye’nin birçok konuda serdettiği görüşleri kabul etmem ve onların görüşlerini desteklemem söz konusu olacaktı” demektedir (s. 217). Yine, şu ifadeleri de kullanmaktadır:

 

“… Bu kapıları kapatmanın anlamı bu mezhep mensuplarını ikna oldukları mezhebî içtihat ve görüşlerinden vazgeçirmek anlamında değil, bilakis onları şeriatın usûl ve kaidelerine göre doğru içtihatlar yapmaya yönlendirmek içindir. Ben şahsen bu mezhebin ilme ve delillere dayalı birçok görüşünü alıp, sahip çıkıp müdafaa etmişimdir.” (s. 212)

 

Bizdeki fanatikler ise, Selefîlik düşmanlığını neredeyse bir iman esası haline getirmiş durumdalar. Onlar aleyhindeki iftiraları bile hemen sahiplenebilmektedirler. (Bunun son örneği, Mali’deki Selefîler’e yöneltilen ve İHH temsilcilerinin yerinde görerek reddettikleri iftiralar oluşturmaktadır. Fakat bizdeki bazı sözde Ehl-i Sünnet savunucuları bu iftiraları utanmadan tekrar tekrar yazabilmişlerdir.)

EHL-İ SÜNNET’E GÖRE MEZHEP MESELESİ

Dr. Seyfi Say

 

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefiye adlı kitabında genişçe izah ettiği gibi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olmak, yani Resulullah’ın (s.a.s.) sünnetine tâbi olmak ve Ashab-ı Güzîn’in yolundan gitmek; öncelikle usûlüddîne ya da fıkıh usûlüne uymakla ve ictihadî konularda kendi görüşünü ya da tâbi olduğu görüşü (mezhebi) tek hak anlayış olarak görüp diğer ictihad sahiplerini tekfir etmemekle ilgilidir.

İctihadın (ve mezhebin) tek başına delil olmadığını da bilmek gerekmektedir. Gerçekte delil, ictihada (mezhebe) medar olan âyet ve hadîslerdir.

İmam Pezdevî’nin ifade ettiği gibi, “Şeriatın aslı Kitap ve sünnettir. Bu asılda kusur etmek kimseye helâl olmaz.” (M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev. O. Keskioğlu, 5. b., Ankara, 2005, s. 266.) Bununla birlikte bir kimse, aynı mezhebden olan bir başka kimseye kendi mezheb imamının görüşünü delil olarak getirebilir, fakat mesela bir Şafiî, Hanefî mezhebinden bir başkasına, “Bu böyle, çünkü İmam Şafiî şöyle demiştir” diyemez. İmam Şafiî’nin dayandığı ayet ve hadîsi göstermek zorundadır.  el-Bûtî’nin ifadesiyle, “Fıkhî fetvalardaki içtihatların kaynağı nasslar ve onların zahirlerinin delâlet ettiği anlamdır.” (Selefiye, İstanbul: Bedir Y., s. 39.)

Bir başka ifadeyle, ictihad (mezheb), bizzat hüccet değildir. Bunu el-Bûtî şöyle açıklamaktadır:

 

“… Eğer selef’in yönelişleri ve içtihatları bizzat hüccet olsaydı, o zamanlar delile ve dayanılacak bir dayanağa ihtiyaç duyulmazdı. Çünkü bizzat kendisi delildir. Dolayısıyla bu birbirinden uzak, hatta birbirine zıt olan görüşlerin hepsinin hak ve doğru olması gerekirdi.” (s. 38)

 

İctihad mertebesine ulaşmış bir âlimin gerekli çabayı gösterdikten sonra yaptığı ictihadın hatalı bile olsa bir sevap kazandırması başka birşey, hatasız (hak) olması başka birşeydir. İctihad mertebesine ulaşmamış bir kimsenin (Mesela Tayyip Erdoğan’ın) nasslara bakıp kendince yeni ictihatlar yapmaya çalışması veya kafadan “Bu bana göre böyle olmalıdır” demesinin ise hiçbir değerinin olmadığı açıktır. el-Bûtî şöyle demektedir:

 

“… Herhangi bir meselede, ‘bu içtihadî bir meseledir’ sözümüzün anlamı, ‘hükmün delilleri şaibe ve ihtimallerden kurtulmuş değildir’ demektir. O amelî ve itikadî meselelerde yaygın olarak vardır.” (s. 77)

 

Bir başka deyişle, içtihatlar (mezhepler) gerçekte, çoğunlukla kesin bilgi oluşturmaz, ancak zan düzeyinde bilgi oluşturur (İçtihadî bir konuda icma/ittifak gerçekleştiğinde onun doğruluğu kesindir). el-Bûtî’nin ifadesiyle, “İçtihat çoğunlukla, sahibini zan derecesinin üstüne çıkarmaz; dolayısıyla müçtehit hataya da düşebilir”. (s. 61)

Ancak, tevatüren bilinen genel inanç esasları, farzların ve hükümlerin apaçık olanları, mesela beş vakit namazın farziyeti, güç yetirenlerin hac yapmalarının gerektiği ve mallarından zekât vermelerinin farz olduğu; faizin, zinanın, katlin, hırsızlığın ve içkinin haram olması gibi hususlar, içtihada konu olmaktan uzaktır. Senedi tevatür derecesine ulaşmayan ve haber-i ahad diye bilinen hadîsler ise,sahih oldukları bilinse bile, kesin bir şekilde şaibe ve ihtimallerden kurtulamamaktadır. O nedenle, bunları dikkate almayanların fasık, asi ya da bid’atçi oldukları söylenebilmekle birlikte, tekfir edilememektedirler (s. 61-63).

el-Bûtî’nin ifadesiyle, “Sahih haberin durumu katîlik ve kesinlik derecesine ulaşmasa da, zannîlik derecesinin en üst düzeyinde bulunmaktadır”. (s. 54)

Zayıf rivayetlere gelince.. el-Bûtî şöyle demektedir:

 

“… Bu da kendi arasında birçok kısma ayrılmaktadır. Bunların hepsi tek bir hükmü içermektedir. O da, akaid ve sülûkî (amelî) konulara taalluk eden hükümlerde zayıf hadîse itibar edilmediğidir. Ancak zayıf hadîsi kıyasa tercih eden bazı kimseler de vardır. Bu da nazarî bir görüştür. Uygulama bunun aksine gerçekleşmektedir…. Fakat  hadîs âlimlerinin çoğuna göre, fazâil ile ilgili amellere giren konularda, çok zayıf olmaması ve râvinin hadîsin sahih olduğuna inanmaması şartı ile zayıf hadîslerle amel etmek caizdir.” (s. 56)

 

Evet, bunlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olabilmek için dikkate alınması şart olan usûl esaslarıdır.

Görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnet (Sünnîlik) yolu, mezhep taassubundan uzaktır. Mezhep taassubuyla güya mücadele adına insanları Sünnîliğe karşı tavır almaya çağıranlar, ya da Sünnîliği sapık mezhepler ile aynı kategoriye koyanlar, gerçekte Sünnîliğe karşı taassup ile yaklaşmakta, dinin usûlünü tahrif etmektedirler.

HEM “ŞEYTAN’IN AVUKATLIĞINA SOYUNAN İBNÜ’L-ARABÎ’NİN” AVUKATLIĞINI YAPMAK, HEM DE EHL-İ SÜNNET’İ SAVUNMAK GİBİ BİRBİRİYLE TELİFİ MÜMKÜN OLMAYAN İKİ ZIDDI BİR ARAYA GETİRMEK, AKILSIZLIK DEĞİLSE NEDİR?

Dr. Seyfi SAY

 

“Şeytan’ın avukatı” deyimi hristiyan Batı dünyasına ait..

Kilise tarafından aziz ilan edilmek istenen veya papalık seçiminde aday olarak yer alan kişilerin “azizliği”ne ya da “papalığı”na muhalefet etmek üzere birisi görevlendiriliyormuş.. Görevlendirilen kişiye “Şeytan’ın avukatı” deniliyormuş..

Yerinde bir benzetme mi?.. Bana göre, değil..

Doğrudan insan ve cin şeytanlarını savunan ve onları mazur göstermeye çalışanları “Şeytan’ın avukatı” olarak adlandırmak daha uygun olabilir.

Mesela, peygamberlere cephe almak ve İblis’i savunmak, Şeytan’ın avukatlığını yapmaktır.

Böylesi bir avukat ne yapar?.. Hakkı batıl, batılı hak göstermeye çalışır, suret-i haktan gelir.. Zehiri bal diye “yutturmaya” çalışır..

Böylesi bir şeytanlık ya da Şeytan’ın avukatlığının özellikle tasavvuf tarihinde pekçok örneği var..

Bunlardan biri, ne yazık ki, birilerinin Şeyh-i Ekber diye yüceltip durdukları İbnü’l-Arabî (Veya onun adına kitaplarına ekleme yapan kişi).. Fûsûsu’l-Hikem’in Yûsuf Fassı’nda şöyle demektedir:

 

“Yûsuf babasına dedi ki: ‘Ben rüyamda on bir yıldızın, güneşin ve ayın bana secde ettiğini görüyorum.’Kardeşlerini yıldızlar, babasını ve halasınıda güneş ve ay sûretinde gördü. Bu, Yûsuf cihetinden böyledir; eğer rüyâda görülenler cihetinden olsaydı, kardeşlerinin yıldızlar, babasının ve halasının da güneş ve ay sûretinde zuhûru onların kendilerinin murâdı olurdu. Halbuki, Yûsuf’ın gördüğü rüyâ hakkında onların bilgisi yoktu. O halde idrâk Yûsuf tarafından kendi hayâl hazînesinde gerçekleşmiştir. Yâkup da oğlu bu kıssayı/rüyâyı kendisine anlattığında bu durumu fark etmiş ve şöyle demiştir: ‘Ey oğul! Rüyânı kardeşlerine anlatma; aksi halde sana bir tuzak kurarlar, hîle yaparlar.’Sonra oğullarını bu hîleden tezkiye etti ve onu şeytana isnat etti. Halbuki bu söz hîlenin ta kendisidir.” (Dilaver Gürer, “Hz. Yûsuf’un Gördüğü Rüyanın Fûsûsu’l-Hikem’deki Yorumu”, Tasavvuf, Yıl: 9, Sayı: 21 (2008), s. 42.)

 

Böylece adam, Hz. Yakub’a (a. s.) karşı Şeytan’ın avukatlığını yapıyor.

Ehl-i Sünnet itikadına göre, peygamberler masumdur. Onların “ismet” sıfatı mevcuttur. Onlar, bu şekilde hile ya da sahtekârlık yapmaktan, iftirada bulunmaktan uzaktır.

Ancak, zamanımızın yolunu şaşırmış mutasavvıflarına göre, asıl İbnü’l-Arabî masumdur, onun böylesi ifadelerini, mutlaka bir kulp takıp aklamak gerekir. Böylece, Şeytan’ın avukatının avukatı haline gelmiş olmaktadırlar.

Bunların sayısı hiç de az değil..

Ulema (Ebussuud Efendi, Allame Taftazanî, Âliyyü’l-Kârî, İbrahim Halebî, İbn Haldun, Ömer Nasuhi Bilmen, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi…), İbnü’l-Arabî’nin bu tür ifadelerinin apaçık küfür olduğunu, şayet bu tür ifadeleri kendisi yazıp da tevbe etmemişse küfründe şüphe bulunmadığını, eğer bunlar başkaları tarafından eklenmiş ifadelerse, bu takdirde İbnü’l-Arabî kendisini kurtarsa bile, bu kitapları revaçta tutmaya çalışanların vebal altında olduklarını sürekli dile getirmişler, kitaplarının çoğaltılmasını caiz görmemişlerdir.

Necip Fazıl’ın İbn Teymiyye için kullandığı “ilmi aklından fazla” değerlendirmesini hak eden bazıları da, İbnü’l-Arabî’nin bazı sözlerinin açık ve anlaşılır, bazılarının ise ehli tarafından anlaşılacak mahiyette olduğunu söylemişler, adamın sözlerini sanki vahiymiş gibi “muhkem-müteşabih” benzeri bir ayrıma tabi tutarak akıl bakımından pek parlak bir durumda olmadıklarını göstermişlerdir.

Üçüncü bir grup da, “Ehli tarafından anlaşılır, bu lafları kurcalamayın” bile demeye gerek duymadan, onlarda “hikmet” aramışlardır. (Aslında bu “Ehli anlar” lafı son tahlilde doğrudur. Ehli, küfür olduğunu anlar.)

Yani düşünün, adam, Hz. Yakub’u hilekârlıkla suçluyor, Allahu Teala’yı da bu hilenin nakledicisi olarak takdim ediyor.

Bu, Şeytan’ın avukatlığı değilse, nedir?!..

Evet, peygamberlerin de ictihatlarında hata etmeleri mümkündür (Bu hata, günah değildir), fakat, ulemadan farklı olarak peygamberlerin içtihatları mutlaka vahiyle düzeltilir.

Hilekâr ve iftiracı bir insan ise asla peygamber olamaz..

Aynı şahsın kitaplarında, Firavun’un avukatlığının da yapıldığı biliniyor..

Bazı sapık tasavvufçular ise, zannediyorlar ki, İbnü’l-Arabî’nin kitaplarında yer alan bu tür küfür sözleri tenkid ederlerse Şeyh-i Ekber diye adlandırdıkları şahıs tarafından “çarpılırlar”, fakat onun kitaplarındaki böylesi sözleri tasdik etmelerinin ve bunlara tepki göstermemelerinin itikadî bakımdan gerçek çarpılma olduğunu anlayamıyorlar.

Evet, zahiren küfür olan sözleri söyleyenleri tekfir etmede acele etmemek gerekir.. Bazı durumlarda bilgisizlik mazeret kabul edilebilir, bazen de tevil yolu aramak uygun düşebilir.. Ancak, zarurat-ı diniyyeden olan bir hususta tevil düşünülemez. Peygamberlere iman konusu böyledir.

Bir peygambere hilekârlık ve iftiracılık isnadında bulunmanın mazur görülebilecek bir tarafı yoktur.

“Bu ifadeler elbette yanlıştır, fakat sonradan Yahudiler vs. tarafından ilave edilmiş olabilir, o nedenle İbnü’l-Arabî’nin şahsı hakkında hüküm vermeyelim, fakat kitaplarının bu şekilde revaçta tutulmaya çalışılması caiz değildir” demek başka birşey, adamı Şeyh-i Ekber ilan etmek ve kitaplarındaki her zırvada bir hikmet aramak başka birşeydir.

AMELÎ MEZHEPLERİ TAKLİD İLE İTİKADÎ MEZHEPLERİ TAKLİD ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARK

Dr. Seyfi Say

 

İslamî terminolojide “taklid”, Said Ramazan el-Bûtî’nin ifadesiyle, şu anlama gelmektedir:“Taklid, bir insanın sözüne, bu sözün doğruluğu hakkındaki delili bilmeksizin uymaktır.” (Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir, çev. Süleyman Çelik, İstanbul: Bedir Y., 2011, s. 106.)
Yine el-Bûtî’nin ifadesiyle, bir kimse ya delilleri bilir ve bu delillerden hüküm çıkarma yollarından haberdardır ve müctehid diye adlandırılır, ya da, taklid ehli (mukallid) olur, herhangi bir müctehidi taklid eder. Bir başka deyişle, müctehidin (kurmuş olduğu) mezhebine (açmış olduğu yola) tâbi olur. (A.y.)
Bir kimse için ictihad mümkün değilse, yani müctehid olmanın şartlarını taşımıyorsa, onun için taklid caizdir, hatta yerine göre şarttır/vaciptir.
Ancak, bu caiz oluş, amelî mezhepler için söz konusudur, itikadî mezhepler söz konusu olduğunda durum değişmektedir.
el-Bûtî, konuyu şöyle açıklamaktadır:

.
“Şunu bilmekte yarar var ki, bizim bu konudaki sözümüz [taklidin meşruiyeti ve şart oluşu] fer’î hükümlerle [amelî konularla] alâkalıdır. Dinin asıl ve esasıyla alâkalı itikadî hususlarda ise taklid caiz olmayıp bu hususta remâ vardır [Burada remâ kelimesinin dizgi hatası olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. Doğrusu icmâdır. Yani ulemanın ittifakı.] Bu ikisi arasında fark vardır. Şöyle ki itikadî hususlarda zannın yeri yoktur, bu hususlarda kat’ıyyet ve yakîn [kesin bilgiye dayanan inanç] gereklidir…. (Doğru ve kesin bir inanç ve kanaate, yani) yakîne ulaşabilmek ancak aklı kullanmak ve tek başına düşünüp araştırma yapmakla mümkündür. [Yani halka sözde dinin temel doğrularını öğretmeye çalışan birtakım cahillerin “Dinî konularda akla güvenilmez” vs. şeklindeki zırvalarının bir önemi yoktur. Özellikle itikadî konularda herkes aklını kullanmak zorundadır. Hem de, tek başına.. Mesela İmam Gazzalî şöyle der: “Akıl deliline hiçbir şekilde muhalefet mümkün değildir.” (Mustasfâ – İslâm Hukuk Metodolojisi, C. 2, çev. Yunus Apaydın, İstanbul: Klasik Y., 2006, s. 37.)]
“Fer’î hükümlere gelince, Allah Teâlâ bu konuda bizlerin zanla [yakînsiz, yani kesin bilgiye dayanan kanaat mevcut olmaksızın] yaptığımız amellerini makbul, yani müctehidin ve araştırıcının zannını [daha açık bir ifadeyle İmam-ı Azam gibi mezhep imamlarının kanaatlerini, ictihad mertebesine ulaşmamış bizler için], gereğiyle amel edilmesi gereken şer’î bir amel saymıştır….” (Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir, s. 107, n. 1.)

.
Doğal olarak, el-Bûtî’nin ifade ettiği bu gerçeğe itiraz edenler de var. El-Bûtî şöyle diyor: “Fakat Şeyh Nâsır [Selefî akımdan Nasıruddin el-Elbânî], Sayın Mahmud Mehdî ve Hayruddin Vanlı ile telifine iştirak ettiği kitabında, benim akide ile şer’i meseleleri, taklid yönünden birbirinden ayrı tutmakla hatalı olduğumu … ifade ediyor.” (A.g.e., s. 169.)

.
el-Bûtî, el-Elbânî’ye cevap sadedinde delillerini sıraladıktan sonra şöyle diyor:

.
“Hâl böyle olunca, Allah Teâlâ’nın bizi kesin bir temele dayandırmakla yükümlü tuttuğu itikadî hususlarda taklidin caiz olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü taklid, ictihada güç yetirilememesi halinde söz konusu olur. İctihad da ancak, âyan beyan bilindiği gibi, zanna dayalı hususlarda caizdir. Allah Teâlâ’nın bizleri kesin kanaat sahibi olmakla mükellef tuttuğu dinin (itikadî) esaslarında, yukarıda da açıkladığımız gibi, zanna dayalı herhangi bir şey bulunmadığından ictihad yapılamaz; nerde kaldı ki taklid yapılsın.
“ ‘Bir kimse itikadî esaslarla ilgili delilleri anlamayabilir, bu durumda taklide başvurması şarttır. Çünkü bu, kendisinden ictihad meydanına, yani bir sonuç almak için zannî deliller arasında muhakeme ve mukayese yapma meydanına dalmasının istenilmesi hâlinde doğru olur’ diye bir şey söylenemez; aksine burada istenilen şey, bir kimsenin kat’î ve zarûrî delillerden, yani hem kendisinin, hem de idrak edilebilir şeylerle mükellef diğer aklı başında kimselerin iştirak ettiği bedihî delillerden haberdar olmasıdır.
“Bu yüzden âlimler demişlerdir ki: ‘… İtikadî esaslarda taklitçi durumda olan bir kimse hakkında söylenebilecek en ehven söz, “günahkârdır” ifadesidir.’.” (A.g.e., s. 172.)

“MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN ÖLMESİNİ İSTİYORLAR”

 

Hakan Albayrak: “Muhsin Yazıcıoğlu’nun Ölmesini İstiyorlar”

Emre Soncan’ın kitabında bomba iddia: Hakan Albayrak, telefonda karşısındaki kişiye şöyle dedi: “Başkanın oradan sağ çıkmasını istemiyorlar, orada ölmesini istiyorlar, yanlış koordinatta aratacaklar”

Aktifhaber.com/ÖZEL

 

Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindeki 5 kişi, 25 Mart 2009’da şüpheli bir helikopter kazasında hayatını kaybetti.

Kazanın ardından arama kurtarma faaliyetlerinde büyük skandallar yaşanırken, enkaza ancak 48 saat sonra ulaşılabildi.

Binlerce kişinin kayıp helikopteri aradığı dakikalarda, Akit’e Atatürk’le ilgili verdiği ‘Olmasaydın da olurduk’ ilanıyla gündeme gelen AKP milletvekili adayı Eyüp Gökhan Özekin’in telefonu çaldı.

Arayan ise hükümete yakınlığıyla bilinen gazeteci Hakan Albayrak’tı.

 

“ORADA ÖLMESİNİ İSTİYORLAR”

Albayrak, Muhsin Yazıcıoğlu’nu kastederek, “Başkanın oradan sağ çıkmasını istemiyorlar, orada ölmesini istiyorlar, yanlış koordinatta aratacaklar” dedi.

Bu çarpıcı bilgi Gazeteci Yazar Emre Soncan tarafından kaleme alınan Son Akıncı- Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Ölümü isimli kitapta yer aldı.

Söz konusu kitapta bu ilginç olay Emre Soncan tarafından şöyle anlatıldı:

“Soruşturma dosyası Maraş’a gelmeden önce, Malatya’da Özel Yetkili Savcılara ifade veren Yazıcıoğlu’nun eski danışmanı Bilal Özkaynar hayli ilginç bir anekdot paylaştı.

Özkaynar’ın ifadesinden okuyalım:

“Kaza günü K.Maraş’a doğru Alperen Ocakları eski genel başkanı Eyüp Gökhan Özekin ve 4 kişi Kurucaova köyüne doğru gittik. Özekin’e Kayseri’ye yakın bir yerde telefon geldi. Karşıdan arayan kişi Hakan Albayrak isimli gazeteciydi.

Kendisi Eyüp Bey’e ‘Beni hafif derinden birisi aradı, başkanın oradan sağ çıkmasını istemiyorlar, orda ölmesini istiyorlar, yanlış koordinatta aratacaklar’ demiş. Eyüp Gökhan da bunu bana arabada anında aktardı”.

Ben de bu ilginç ifadenin taraflarına ulaştım. Bilal Özkaynar, söylediklerinin arkasında olduğunu, zaten bildiklerini Savcılığa anlattığını kaydetti.

Özekin de, “Evet, Hakan Albayrak beni aradı. Bunları söyledi. Fakat ‘hafif derinden’ değil, ‘hafif deliden’ dedi. Yani meczup birinin aradığını kastetti” şeklinde konuştu.

Gazeteci Hakan Albayrak ise ilginç bir şekilde böyle bir telefon görüşmesi yaptığını reddetti. Öte yandan Özekin’in, Albayrak’ın kendisine ‘hafif derinden değil deliden’ dediğini söylemesi, ifadeyi veren Özkaynar’ın tepkisine neden oldu.

Özkaynar, “Kimse yalan söylemesin, bildiklerini anlatsın” şeklinde konuştu. Özellikle Hakan Albayrak’ın telefondaki sinirli ve saldırgan tavrının dikkatimi çektiğini de burada belirtmek isterim”.

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (10) / DR. SEYFİ SAY

mehmet kutlular ile ilgili görsel sonucu

mehmet kutlular ile ilgili görsel sonucu

*

“YAPMIŞ OLSAYDIM…”

*

Evet, hiç kimseyi satın alınamaz görmeyen MİT’çilerEsad Efendi’yi bile, ölümünden önceki sürgün döneminde birkaç kişilik bir ekip olarak (muhtemelen Almanya’da) ziyaret etmiş, bazı konularda kendileriyle işbirliği yapması karşılığında sorunlarını çözme teklifinde bulunmuşlardı. Onları güzellikle başından savan Esad Efendi, son haccı sırasında kendisine eşlik eden cemaat mensuplarını, “Bunu yapmış olsaydım siz de rahat ederdiniz, ama yapılacak şey değil” diyerek olaydan haberdar etmişti. (Bunu, üçümüz biraradayken bana ve Av. Kemal Yavuz Ataman’a söyleyen, o yıl hacca gitmiş olan Av. Yalçın Ünal‘dı.)

Tipik “fil terbiyesi” yöntemiydi bu.. Önce zor duruma düşürme, perişan etme, yerden yere vurma, sonra da, “sözde” yardım edip kurtarma bonkörlük ve alicenaplığında bulunma riyakârlığıydı.

Esad Efendi’den, kendi vatanında “laiklerle ve Kemalistlerle eşit haklara sahip bir vatandaş” olarak güven içinde yaşayabilmesi karşılığında ödemesi istenen bedel; haysiyeti, onuru, şahsiyeti, bağımsızlığı, “hür fikir ve vicdanı”ydı. Ve Esad Efendi, kendisinden istenen bu alçaklığı ve alçalmayı kabul etmemişti. Rahat bırakılmayacağını bile bile..

Esad Efendi’ye bu öneriyi yapanların, tekliflerinin reddedilmesi durumunda hayata geçirmeyi düşündükleri bir “B” planları acaba var mıydı?

Ya da, yok muydu?

Evet, MİT’çiler, hiç kimseyi satın alınamaz görmüyorlardı. İşlerine yarayacağını düşündükleri herkesi kullanmak isteyebilirlerdi. Ve “Sultan Abdülhamit’in torunu” Mehmet Akif’in bunun istisnası olması gerekmiyordu. Her ne kadar söz konusu yahudi kökenlilik dedikodusu benim gözümde Mehmet Akif’in değil, onunla ilgili olarak bu rivayetleri çıkaranların hanesine yazılan bir olumsuzluk idiyse de, 2008 yılında S. G. ile alâkalı haberi okuyunca, Mehmet Akif konusunda da kafam karışmıştı. S. G., onunla yaptığımız Yuşa Tepesi ziyaretinden beri benim “şüpheliler” listemde yer almaktaydıhaber7.com’da yayınlanmış olan yazı ise, onunla ilgili kuşkularımın kesin kanaate dönüşmesine neden olmuştu. Kanaatimin güçlenmesine, yazının içeriğinden ziyade, bir süre sonra internetten kaldırılıp yok edilmiş olması neden olmuştu. Ayrıca, S. G.’ün yer yarılıp yerin içine girmiş gibi ortadan kaybolması, ardında herhangi bir iz bırakmamayı tercih etmesi, onunla ilgili suçlamaların haklı olabileceğini gösteren karîne ve emarelerdi. Nereden geldiği belli olmaksızın birden bire ortaya çıkmış ve nereye gittiği meçhul olarak birden bire ortadan kaybolmuştu. Bunun, anlaşılabilir bir tarafı yoktu.

Bununla birlikte, S. G.’den Yuşa Tepesi ziyaretine kadar herhangi bir şüphe duymamıştım. Bunun nedeni, onu Essen’de ilk kez bir camide sabah namazında tanımış olmamdı. Seyahatimiz sırasında Mehmet Akif’le birlikte bir akşam Essen’e varmış, ertesi sabah da Diyanet’in camisine gitmiştik. Namazdan sonra Mehmet Akif beni S. G. ile tanıştırmıştı. O sıralarda konuşmalarımda, sabah ve yatsı namazlarını camide kılmaya dikkat etmenin önemine de değiniyordum. Bende S. G. hakkında şüpheler uyanınca, onun sabah namazını camide kılma hassasiyeti de benim için bir muammaya dönüşmüştü. Bir münafık, kalkıp sabah namazına camiye gitmezdi, ancak çok zorda kalırsa gösteriş için gidebilirdi. Acaba S. G., o sabah camiye, benim kendisine güven duymamı sağlamak için mi gelmişti?.. Eğer öyleydiyse, bu ancak, Mehmet Akif’in ona böyle bir tavsiyede bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Mehmet Akif’le de, birlikte sabah namazına camiye gitmiş olduğumuz başka bir günü hatırlamıyordum; o sabah, yoldan geldiğimiz ve gece çok geç yattığımız halde, namaz için camiye gitmemizi Mehmet Akif teklif etmişti. Mehmet Akif’ten şüphelenmek istemesem de, bu şüpheler artık kafamı, iradem dışında kemirmeye başlamış bulunuyordu.

Bununla birlikte, Mehmet Akif, S. G. gibi bekâr (ailesi yanında olmayan) ve birden bire ortaya çıkıp ansızın kaybolan bir “karabatak” değildi. Esad Efendi’yle olan ilişkisinin 1990’ların başına kadar uzanan bir mazisi vardı. Daha önce bir Millî Görüş sempatizanı olarak Hamburg’ta Sefer Ahmetoğlu ile irtibat kurmuş biriydi. 1990 senesinde Necmettin Erbakan – Esad Coşan ihtilafı başgösterince Esad Efendi’nin yanında yer almış, Sefer Ahmetoğlu’na muhalefet etmiş, Esad Coşan Hoca’nın Münih’te yaşayan gençlik arkadaşı ve ahbabı Gencer Akbulut’la teşrik-i mesaiye başlamıştı. Bununla birlikte, 1998 yılında Almanya’da bulunduğum sırada, bana Gencer Akbulut’la aralarında ufak tefek bazı sorunlar yaşandığını söylemişti. Münih’te Gencer Bey’i de ziyaret etmiş, biraz konuşmuştuk; ticaretle meşgul olan bu yaşlı, sakallı zat, bana samimi bir müslüman olarak görünmüştü. Mehmet Akif’in şikâyetçi olduğu ikinci kişi ise, daha sonra S. G. ile ilgili haberde Hasan Mezarcı’nın ev sahibi olarak ismine rastlayacağım İbrahim Balçok olmuştu. Gerek o, gerekse S. G., İbrahim Balçok’u Almanya’da ayrı baş çekmekle suçluyorlardı. İbrahim’i, daha önce İslâm Dergisi’ne göndermiş olduğu bir yazıdan dolayı gıyaben tanıyordum. Topladıkları yardım paralarını Bosna’ya götürüp dağıtmış, gezi notlarını da İslâm Dergisi’nde yayınlanmak üzere bize ulaştırmıştı. Söz konusu notları, fotoğraflarla birlikte yayınlamış bulunuyorduk. Bununla birlikte, Essen yakınlarındaki Wuppertal’da, Almanlar’ın Jugendherberge dedikleri gençlik pansiyonunda yapılan programa dinleyici olarak gelip katılmış, benimle özel olarak görüşmek veya konuşmak gibi bir talebi olmamıştı.

Mehmet Akif’in sözünü ettiği Sefer Ahmetoğlu’nu, 1988-1990 yılları arasında bulunduğum Almanya’da ben de tanımıştım. Millî Görüş Teşkilatı’nın Hamburg Bölge Başkanı durumundaydı. Mehmed Zahid Efendi’nin bağlılarından olan Ahmetoğlu, o sıralarda imamlık da yapıyordu. 1988 yılı Eylül ayında Almanya’ya gittiğimde, Türkiye’de 1990 yılında patlak verecek olan Erbakan-Coşan anlaşmazlığının orada zaten mevcut olduğunu görmüştüm. Bir ara yaşadığım Osnabrück’te, Millî Görüş Camisi’nin Karadenizli babacan, güler yüzlü ve iyi niyetli merhum imamı Aslan Korkmaz hoca, “Esad Efendi’nin 1987 yılında ANAP’ı desteklediğini duyduklarını, bunu ona yakıştıramadıklarını” söylemişti. Halbuki, o seçimler sırasında Esad Efendi açıkça Refah Partisi’ne destek vermiş ve bunu İslâm Dergisi’nde ilan etmiş bulunuyordu.

Almanya’da o sırada tekfirciliğin alıp başını gitmiş olduğunu da görmüştüm. Türkler’in sayıca fazla olmadığı Münster’de sadece Diyanet’in ve Süleyman Efendi bağlılarının camisi mevcuttu, bu yüzden, üniversitenin dil okuluna devam ettiğim bu şehirde cuma namazlarını, daha yakın olan Diyanet Camisi’nde kılıyordum. Millî Görüş’ün o kentteki temsilcisi, orada namaz kılmanın caiz olmayacağına inanıyordu, bu yüzden her cuma, yakınlardaki Greven beldesinde yer alan Millî Görüş Camisi’ne gidiyordu. Aynı şekilde, Münster’e 50 kilometre mesafedeki Osnabrück’te yaşayan Millî Görüşçüler’in, Cemalettin Kaplancıları tekfir ettiklerini görmüştüm. O sıralarda Millî Görüşçüler’in Almanya’daki en itibarlı hocaları, Mustafa Efe ve Kayseri-Pınarbaşılı Selahattin hocalardı. Her ikisi de yaşlıydı. Osnabrück’e geldiğinde Selahattin Hoca’ya, oradakilerin Kaplancılar’ı tekfir ettiklerini, bu konuda onları uyarmasının iyi olacağını söylemiştim. Selahattin Hoca vaazında, bana cevap verir gibi, “Kaplancıları tekfir etmiyoruz ama, onlar şöyle şöyle” diye konuşmuştu. Ancak cemaat, “Vur” deyince “Öldür” anlıyordu. Aslında Selahattin Hoca’nın, “Kaplancılar şöyle şöyle ama, onları tekfir etmemeliyiz” demesi gerekiyordu.

Böylece, Almanya’da İslâmî cemaatler arasında bir tekfir yarışı almış başını gitmişti. Millî Görüşçüler’in Diyanet’e yönelik tekfirci tutumları sadece kendilerindeki ölçüsüzlükten kaynaklanan birşey değildi. Bunun, derin devlete ait toplum mühendisliği ve psikolojik savaş faaliyetlerine olan tepkiden kaynaklanan reaksiyoner bir tarafı da vardı. Yıllar sonra, Mehmet Kutlular’ın, “Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi” diye konuştuğunu, “Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte çalışalım’ dediler, ama ben reddettim” diyerek sözlerine açıklık getirdiğini okuyacaktım (Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999).

Aynı malum odağın Milli Görüş içindeki adamlarının, Erbakan‘a da, “Sana tabi olmayan diğer cemaat mensupları ‘patates dini‘ndendir hocam, bunu mutlaka söylemelisin” diye “gaz” verip vermediklerini ise, bu konularda o, Esad Coşan Hoca ve Kutlular kadar açık sözlü olmadığı için bilemiyoruz. Süleymancılar diye bilinen grubun ölçüsüz ve dengesiz imam hatip okulları aleyhtarlığının ardındaki etkenler konusunda da yeterli bilgimiz yok.

Merhum Bediüzzaman Said-i Nursî gibi rejimle olan ilişkilerinin seyri malum bir âlimin izleyicilerini bile kullanmak isteyenlerin, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi “resmî” bir kurumu “kendi haline” bırakması elbette düşünülemezdi. 2000’li yıllarda, yurtdışında altı yıl görev yapmış olan bir imam bana, “Gitmeden önce bizi topladılar, MİT’ten bir görevli, ‘Yurtdışında birlikte çalışacağız’ dedi” açıklamasında bulunacaktı. Almanya’da bulunduğum sırada da, 1990 yılında, Münster’deki Diyanet Camisi’nin imamı bana, Almanya genelinde faaliyet gösteren Türk teşkilatlarından birinin lideri durumundaki şahsın Alman istihbaratı ile ilişkili olduğunun kendisine Konsolosluk’taki din ataşesi tarafından söylendiğini ifade etmişti. İmamları devletin, espiyonaj/casusluk ve kontr-espiyonaj için de kullandığı anlaşılıyordu (Ne yazık ki MİT sadece yurtdışına gönderilen imamları ve öğretmenleri değil, ülke içindeki stratejik önemi olduğu düşünülen kurumlardaki birçok yöneticiyi de bu tür faaliyetlerde kullanmaktadır. Mesela üniversiteler, düşünce üretimi, gençlerin örgütlenmesi ve gelecek kuşakların yetişmesi açısından önem taşıdığı için ihmal edilmeyen kurumlar arasında yer alıyor. Üniversitelerdeki birçok yönetici, akademisyen ve öğrenci, ne yazık ki MİT’çiler tarafından yönlendiriliyor ve onlar tarafından senaryosu yazılan tuzaklarda, eylemlerde ve provakatif faaliyetlerde kullanılıyorlar). Doğal olarak, devlet görevlilerinin, Alman istihbaratının kontrolü altına girmiş insanlarla mücadele etmesi hakkı ve göreviydi. Fakat, mesela Mehmet Kutlular’a gidip, “Yurtdışında Millî Görüş ve Süleymancılar’la mücadele et” demeleri, insanları birbirine düşürüp fitne fesat çıkarmaktan, karışıklık ve kargaşa üretmekten, tek kelimeyle “ihanet”ten başka birşey değildi.

Kutlular bunu kabul etmemişti, ama acaba, kaç cemaat lideri onun gibi davranabilir ve bedel ödemeyi göze alabilirdi?!… (Evet, bedel ödedi.. Kızını kaybetti ve sadece “Deprem ilahî îkazdır” dediği için hapse atıldı. Ve MİT açısından ne mutlu bir tesadüf ki, birlikte çalışma teklifinde bulundukları Esad Coşan hoca da, onların önerisini reddettikten sonra sadece 5-6 ay yaşayabilmişti. Böylece MİT’çiler, onları hayalkırıklığına uğratan –ki sağlığa zararlı olduğu için onları hayalkırıklığına uğratan pek fazla kimse çıkmaz–, “kontrol” altına alamadıkları bir “hedef” şahıstan olağanüstü şansları ve bahtları sayesinde kısa sürede kurtulmuş oluyorlardı.)

Açıkça anlaşılıyordu ki, birtakım güç odaklarının tarih boyunca değişmeyen temel taktiği “Böl ve yönet”ten ibaretti. Yöntemin eskiliği, ilkelliğinden değil, her devirde geçerli ve etkili olabilmesinden ileri geliyordu. Almanya’da cemaatler ve gruplar arasındaki çatışmanın çok fazla sert yaşanıyor olmasının, salt o cemaatlerin kendi iç kusurlarından ve eksikliklerinden kaynaklanmadığını, bunun bir “derin çete” boyutunun bulunduğunu çok sonra anlayacaktım.

Daha 1988 yılında, Almanya’da Esad Efendi aleyhinde iftira niteliği taşıyan sözlerin Millî Görüşçüler arasında revaçta olduğunu görmek beni rahatsız etmişti. Bu yüzden, Esad Coşan Hoca’nın, İslâm Dergisi’nin Ocak 1990 tarihli sayısında isim vermeden Erbakan’ı eleştirmesi beni şaşırtmamıştı. Mayıs ayında kapalı bir salon toplantısında ona isim vererek yönelttiği eleştiriler de haftalık Tempo Dergisi’nin 17 Haziran 1990 tarihli sayısında yayınlanmıştı. O sıralarda maddî bakımdan sıkıntılı bir sürece girmiş bulunuyordum. Babamın Almanya’da işçi olmasından dolayı Alman devletinden aldığım BAFöG (Bundesausbildungsförderungsgesetz / Federal Eğitimi Teşvik Yasası) bursu, tuhaf ve nedensiz bir şekilde kesilmişti. (Almanlar’la işbirliği yapmaya alışmış olan MİT’çiler, FETÖ ile mücadele kapsamında pekçok kişinin adres, telefon vs. gibi bilgilerini Alman istihbaratına büyük bir safiyet ve güven duygusu içinde verebildiler. Acaba bu naif güven, geçmişte benzer bilgi alışverişlerini, işbirliğini, yardımlaşma ve “paslaşma”yı sorunsuz yürütmüş olmalarından mı kaynaklanıyordu?) Millî Görüşçüler, daha önce bana burs vermişler, fakat ihtiyacım olmadığını söyleyerek kestirmiştim, bir daha almayı da düşünmüyordum. Millî Görüş Hannover teşkilatının, cemaatin çocuklarına eşimin dinî bilgiler vermesi ve Kur’an kursu hocalığı yapması karşılığında bize ikâmetgâh tahsis etme ve maaş bağlama teklifini de, Erbakan’a karşı Esad Efendi’yi destekleme kararı almış bulunduğum için, reddetmiştim.

Kasım 1990’da, Seha Neşriyat’ın temsilcisi olarak katıldığım Köln’deki Millî Görüş kitap fuarında karşılaştığım (sonradan Refah Partisi milletvekili olan) Hasan Hüseyin CeylanMillî Gazete’nin Almanya bürosunda çalışmamı teklif ettiğinde de, hiç tereddüt etmeden red cevabı vermiştim. Orada karşılaştığım Millî Gazete’nin Almanya temsilcisi, sonradan Erbakan’ın başın danışmanlığına getirilecek olan Nazır Özsöz de bana sitemde bulunmuştu. Çünkü, İslâm Dergisi’nin o ayki sayısında, “Cihad ve Cihad Emiri” başlıklı üç sayfalık bir yazım yayınlanmış bulunuyordu.

Söz konusu yazıda, Erbakan’ın temel iddialarını tartışma konusu yapıyordum. Erbakan’a göre, bir dönemde çok sayıda şeyh mevcut olabilir, fakat sadece bir tane cihad emiri bulunurdu; şeyhlerin cihad emirine tâbi olmaları zorunluydu. Cihad ordusuna katılıp cihad etmeyenlerin patates dininden olduğunu birçok yerde söylediği biliniyordu. Ben de, Almanya’da yüksek öğrenim öğrencileri için Köln’deki Jugendherberge’de düzenledikleri bir programda bu ifadeleri Erbakan’ın ağzından bizzat duymuş bulunuyordum. Recep Tayyip Erdoğan da bu programa katılmış, seçim kazanma ve seçmenleri etkileme stratejileri üzerine bir konuşma yapmıştı.

O yazıda, Erbakan’ın cihad emiri kavramını yanlış kullandığını göstermeye çalışmıştım. Şeyhler gibi cihad emirleri de sayıca çok olabilir, bunlar farklı cephelerde görev alabilirlerdi. Cihad emirine herhangi bir kimsenin mutlak bir biçimde itaat etmek gibi bir yükümlülüğü de yoktu. Çünkü, cihad emirini atayan otorite, yani halife, aynı zamanda onun askerlerini de belirlerdi. Cihad emiri, rastgele bir kimseye, “Sen benim ordum içinde yer almak zorundasın” diyemezdi. Ayrıca, Erbakan cihad kavramını da yanlış kullanıyordu. Erbakan’ın kendi siyasal faaliyetine, cihadın “kıtal” (silahlı çatışma) şeklindeki biçimine ilişkin fıkhî hükümleri yüklemeye çalıştığı görülüyordu. Erbakan’ın yaptığı çalışma en iyimser bir yorumla tebliğ faaliyeti kabul edilebilirdi, bunun için de kimsenin kimseye tâbi olmasına veya emirlik taslamasına gerek yoktu. Bunu herkes kendi gücü ve kapasitesi ölçüsünde bağımsız bir biçimde yapabilirdi.

Kısacası, Erbakan’ın kafasının alabildiğine karışık olduğunu ya da kendi kişisel siyasal amaçları doğrultusunda insanların kafasını karıştırmaya çalıştığını düşünüyordum. Benim Erbakan’a karşı Esad Efendi’yi desteklemem, Cemaat’teki bazı MHP kökenlilerde görüldüğü gibi Erbakan alerjisinden de kaynaklanmıyordu. Çünkü, 1979 yılında Millî Görüş saflarına katılmış, lise öğrenimim sırasında üç yıl boyunca Millî Gazete’yi günü gününe alıp okumuştum. 1980 yılında, hemşerilerim Eray Yükselce ve Hamit Şahiner’le birlikte Gürün’de Akıncılar Derneği’nin şubesini açmayı düşünmeye başlamıştık. O yılın Ağustos ayı başlarında da, hemşerimiz (MSP ve Refah Partisi milletvekili) Temel Karamollaoğlu’nun daveti üzerine, Şahbaz Keçiyokuşu ile birlikte Ankara’ya gitmiş, toplantı ve konferanslar için kullanılan Demetevler’deki binada gerçekleştirilen iki günlük eğitim programına katılmıştım. Esad Efendi’ye intisap etmem ise ancak üniversite öğrenimime başladığım 1982 yılının Ekim ayında olmuştu. Aslında, 1980 yılında Darendeli Hulusi Efendi’ye intisap etmiş bulunuyordum. Benim Hulusi Efendi’yi bırakıp Esad Efendi’ye intisap etmemdeki etkenlerden biri, lisedeyken Mavera Dergisi’nde birkaç sohbetini okuduğum ve Müminlere Vaazlar adlı kitabının Sönmez Neşriyat baskısını okumuş bulunduğum Mehmed Zahid Efendi’nin, Erbakan’ın şeyhi olduğunu biliyor olmamdı. Bununla birlikte, 1990 yılında yaşanan ihtilafta, dünyevî ve maddî bakımdan bana büyük zararlar verdiği halde, Erbakan’ın hatalı olduğunu düşündüğüm için, Esad Coşan Hoca’nın yanında yer almıştım.

Ancak, Esad Coşan Hoca’nın da Erbakan’a yönelik eleştirilerinde yüzde yüz haklı olmadığını, her ikisinin birbirine zıt şekilde yanlış karşıt uçlarda yer almış bulunduklarını, Esad Efendi’ye, moda deyimle “kritik ve analitik” bir şekilde yaklaşmaya başlayınca farkedecektim.

(Devamı için bkz.: 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR – 11 / DR. SEYFİ SAY

Kaynak: https://tenbih.wordpress.com/2018/04/17/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-11-dr-seyfi-say/)

EBUBEKİR SİFİL, EHL-İ SÜNNET’İ KURTARMA İŞİNİ TAMAMLADI, SIRA İSLAM’DA

 

Dr. Seyfi Say

 

Ebubekir Sifil, 21.04.215 tarihli son yazısında, “ ‘Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?’ sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor” diyor.

Aslında ortada, aceleyi gerektiren bir durum yok.

Din-mezhep ilişkisi, usûl âlimleri tarafından çoktan halledilmiş bir mesele..

Ancak, bilgisizce konuşmayı huy edinmiş bulunan Tayyip efendi bu işe de burnunu sokunca, Ebubekir gibi isimlerin, onun hatalı değerlendirmelerine göre kendi konumlarını gözden geçirmeye başlamış olduklarını fark ediyoruz.

Sifil, yazısına şöyle başlamış:

 

“Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele. 

“Din’i ‘mezhepler üstü’ bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak… Bu bir gerekliliktir; zira Din ilahî olduğu halde mezhep beşerîdir. İlahî olanı beşerî olana indirgemekse başlı başına bir arızadır… Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor. Ümmet mezhebi din yerine koyma arızasına bir an önce son vermek zorundadır…”

(http://www.gazetevahdet.com/din-mezhep-iliskisi-1-1803yy.htm)

 

Sifil, “Modern zamanların önümüze koyduğu bir illüzyondur bu mesele” diyerek yazısına başladı diye, daha sonraki satırlarını “modern zamanlara özgü bir illüzyon”un tasviri olarak anlarsanız, yanılmış olursunuz.

Çünkü, Sifil sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

“Yukarıda özetlemeye çalıştığım algı, ‘Ümmet’in vahdeti’ konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi ve bizim, ‘Din-mezhep ilişkisi nerede başlar, nerede biter?’ sorusunun cevabını acilen netleştirmemiz gerekiyor.”

 

Görüldüğü gibi, Sifil’in yukarıdaki açıklamaları, modern zamanlara özgü bir illüzyon olmaktan çıkıp, “Ümmet’in vahdeti konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi” haline geldi.

Gerçekte böyle bir ortak hissiyat yok, fakat bu meseleye girmeyelim.

Ancak, Sifil’in, bugüne kadar mezhepsizlik ya da mezhep düşmanlığı olarak görülüp lanetlenen bir anlayışı şimdi, Tayyip Erdoğan tarafından da savunulmaya başlandığı için olsa gerek, “Ümmet’in vahdeti konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi” olarak dolaylı biçimde akladığını fark ediyoruz.

Aslında bu sözde ortak hissiyatın yanlış değerlendirmeleri de, Tayyip Erdoğan’ın lüzumsuz açıklamaları da, Selefî yaklaşımın hareket noktasının yeniden üretilmesinden başka birşey değil.. Sözü uzatmamak için bu bahse de girmeyelim.

Gelelim Sifil’in “Ümmet’in vahdeti konusunda hassasiyet taşıyan herkesin ortak hissiyatının ifadesi”ndeki hatalara..

Bir defa, “Din’i ‘mezhepler üstü’ bir anlayışla ele almak, temel referansları mezheplerin dar çerçevesine hapsolmadan kuşatıcı bir açıdan görmek/okumak” diye bir şey olamaz.

Yani senin gibi biri dini anlamada “dar çerçeveye hapsolmayan kuşatıcı bir açı”yı yakalayabiliyor da, geçmişin o deha sahibi müçtehitleri bunu yapma yeteneğinden mahrum muydu?!

Aslında sizin çerçeveniz de, açınız da, Tayyip Erdoğan’ın (ve de Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazan, ona akıl hocalığı yapan bazı bilgisizlerin) dar kafasından başka bir şey değil.

Temel referanslar nedir?.. Tabiî ki Kur’an ve Sünnet.. Ve bu referanslara ilişkin yaklaşımlarında mezhepler zaten büyük ölçüde ittifak halindedir..

Mesela, namazın beş vakit olması konusunda mezhepler arasında bir ihtilaf yok.. Ya da diyelim ki sabah namazının farzının iki rekat olması konusunda mezhepler arasında ihtilaf bulunmaz. İhtilafa düşülen hususlar, müçtehit imamlar ve mezhepler açısından “kavga”yı gerektiren konular da değildir. Ve onlar, içtihadî ihtilaflarında “mutlak doğru”yu temsil ettikleri iddiasında da olmamışlardır. İmam Şafiî rh. a. gibi, “Bizim görüşümüz doğrudur, fakat yanlış olma ihtimali var. Muarızlarımızın görüşü yanlıştır, fakat doğru olma ihtimali var” demişlerdir.

Hadi bunları geçelim, siz şimdi, mezhepler yüzünden kavga çıkıyor diye, bütün mezheplere savaş açarken, yeni bir kavgayı başlatmış olmuyor musunuz?!

Tayyip Erdoğan, hak-batıl demeden bütün mezhepleri bir çuvala koyup çöpe atarken, mezhepler arası kavganın boyutlarını da aşan bir “bütün mezheplere karşı savaş” başlatmış olmuyor mu?!

Kavgaları engelleme bahanesiyle kavga çıkartmak bu değilse, nedir?!

Üstelik adam, hak-batıl mezhep ayrımı da yapmıyor. Hak mezheplerle batıl mezhepleri aynı kefeye koyuyor.

Gelelim Sifil’in “Asırlar boyunca bu ümmetin tefrika tuzağında birbirini boğazlamasına sebebiyet vermekten başka bir şeye yaramamış olan mezhep, bugün de İslam Coğrafyasının bizzat Müslümanlar eliyle kana bulanmasında başrolde bulunuyor” şeklindeki ifadesine..

Bu iddia, cehaletten başka bir şey değildir.. Tam aksine hak mezhepler, temel referansları doğru okumayı başaramayacak kişileri kendi heva ve hevesleri ile dini anlama çabası içine girmekten kurtarmıştır.

Bugün Türkiye’de bir çözüm süreci meselesi ve terör sorunu var.. Bunun nedeni mezhep ayrılığı mı?!

Mezhebi de, dini de umursamayan adamlar, hiç kavga etmiyorlar mı?!

Sifil bir de “mezhebi din yerine koyma arızası”ndan söz ediyor. Şayet bir Hanefî, “Hanefî olmayanlar müslüman değildir” derse, mezhebi din yerine koymuş olur.

Böyle birşey var mı?! (Var da, şöyle var: Bakıyorsunuz adam, sahih itikad sahibi olmayı salt Matüridî ve Eş’arî olmaya bağlıyor. Adama göre, karşısındaki kişinin neye inandığı değil, kendisini bu iki mezhepten birinin müntesibi olarak görmesi önemli. Bu mezheplerin neyi savunduğunu bilmesi bile gerekmiyor. Halbuki, önemli olan kişinin kendisini itikadda falanca mezhebe mensup olarak görmesi değil, doğrudan neye inandığıdır. Bugün Türkiye’de kendisini Matüridî zannedenlerin birçoğu, gerçekte Matüridî mezhebinden değildir.)

Mezhebi din yerine koymamak için şunu bilmek gerekiyor: Tabiîn döneminde amelde dört hak mezhep diye bir şey söz konusu değildi. Pekçok hak mezhep mevcuttu. Zamanla bunların müntesipleri kalmadı. ‘Teorik’ olarak, bugün de, beşinci, altıncı, yedinci hak mezheplerin ortaya çıkması mümkündür. Ancak ‘pratik’te böyle bir şeyi göremiyoruz.

Bunun istisnasını, Müslümanların vahdeti ya da birlik ve beraberliği için “mezheplerin dar çerçevesini aşma ve kuşatıcı bir açı yakalama” iddiasındaki kişiler oluşturuyor. Bunlar, bildiğimiz hak mezheplerin başaramamış olduğu bir şeyi başarma iddiasındalar. Bunun da ötesinde, mezheplerin İslam’a ve İslam dünyasına verdiği “zarar”ları telafi etmek gibi bir misyona sahip olduklarını düşünüyorlar. Çünkü, kerametleri kendilerinden menkul bu zevata göre, kendileri müçtehit imamları bile geride bırakan bir fıkha (anlayışa), fehme, idrake ve dinî hassasiyete sahipler..

Böylece, kendilerini, kendi anlayışlarını, icat ettikleri yeni mezheplerini (yollarını), din yerine koyuyorlar.

İşte örnek: Tayyip Erdoğan!

Beyefendiye göre, kendisinden başka herkes mezhepçi.. Ancak bu mezhepler, İslam demek değil.. İslam başka bir şey.. Ve o başka bir şey olan İslam’ı, bildiğimiz hak mezhepler bulamamış, kendisi bulmuş..

Böylece, kendi anlayışını, uyduruk yeni mezhebini (yolunu, düşünce biçimini) din haline getiriyor. Mezhebini dinleştiriyor. Kendi yeni mezhebine İslam’ın bizzat kendisi olma payesini verirken, yüz milyonlarca müslümanın bağlı bulundukları mezhepleri kötülük kaynağı ve dinden/İslam’dan farklı bir şey olarak gösteriyor.

Mezhebini din haline getirme diye bir arıza varsa, işte budur!