SEYFİ SAY’IN SİTESİ YAYINDA

https://seyfisay.blogspot.com/

*

TAVSİYE SİTELER

https://salabet.wordpress.com/

https://tebyin.wordpress.com/

https://tenbih.wordpress.com/

*

DR. SEYFİ SAY’IN İNTERNETTE PDF FORMATINDA YER ALAN KİTAPLARI:

Felsefî ve Kelâmî Mübahaseler

Kalemlerdeki Cahil Cesareti

Tarihselcilik: İctihad Değil İnkâr

İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî

Ehl-i Sünnet, Şia ve Selefîlik

Atatürkçü Türk İslamı’nın İnanç Kodları: Harun Yahya (Adnan Oktar) Örneği

Türkiye’de Din İstismarının Devletleştirilmesi (Laik ‘Allah ile Aldatma’ Rejimi)

Halifelikte Ehliyet ve Liyakat (Erbakan-Coşan İhtilafı)

Sünnetsiz Tarihselci Modernistler, Ehliyetsiz Sünnetçiler

Ru’yet-i Hilal Risalesi

Darulhikme Tartışmaları

Laik Düzen Tekfirciliği

Haramilerce Yağmalanan Tasavvuf

Siyasal İslam ve Siyasal Dinsizlik (Laiklik)

Türkiye’nin Bedevîleri – İslamcılık Karşıtı İmansız Müslümanlar

Sağduyu mu, Solduyu mu? (Sağduyu Partisi’nin Zihniyet Karnesi)

Bilim ve Metafizik

Kalemin Kuşanıldığı Devran (Sağduyu Yazıları)

Felsefe, Bilim ve İman (Saf Akılsızlığın Tenkidi)

Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz Tarihi

Akıl, İman ve Kant’ın Felsefesi

Laik (Siyasal Dinsiz) Düzenin Dindar Medyası

Proje Adam ve Madamlar

İlahiyatçılar Sirkinin Canbazları

Zamane İlahiyatçılarındaki Savrulmalar: Fethullah Gülen Fıkhı Örneği

Kritik-Analitik Oyunun Analiz ve Kritiği

28 Şubat Sürgünü: Prof. Esad Coşan Hoca

Ehl-i Beyt ve Muaviye R. A.

Çok Sessiz Bir Ölüm (Şeyhleri de Vururlar)

Kader Risalesi

İslam’ın Şeriatı, Laikliğin (Siyasal Dinsizliğin) ‘Düzen’i

Cumhuriyet İlahiyatçılığı:Tefakkuhsuz Fıkıh

Anıtkabir Tapınmacılığının İki Düşmanı – İslam (İrtica) ve Kürt (Öteki)

28 Şubat Sonrasının Bilançosu: Laikleşen İslamcılar, Solculaşan Milliyetçiler

İdeolojisiz Siyaset: Partilikten Pırtılığa

Türk Siyasetinin Üç Hali Katı: (Kaba), Sıvı (Cıvık) ve Gaz (Görünmez)

Diyanet, Laiklik (Siyasal Dinsizlik) ve Atatürk

Türkiye Tarikatlarının Kimlik Krizi: İskenderpaşa Örneği

*

(ALINTIDIR)

Kaynak: tenbih.wordpress.com)

SEYFİ SAY’DAN MEKTUP VAR

(DERİNLERİN AKADEMİSYENLERİ FİŞLEDİKLERİ WWW.AKADEMİKBİLGİSİSTEMİ.COM ADLI İNTERNET SİTESİNDE HAKKINDA İZİNSİZ SAYFA AÇILAN, FOTOĞRAFI OLARAK İLAHİYATÇI EBUBEKİR SİFİL’İN RESMİ YAYINLANAN SEYFİ SAY’DAN AÇIKLAMA)

MESAJININ ÖZETİ: “KUMPASLARIN HEDEFİNDEYİM”

[Kimi yazılarını iktibas etmiş bulunduğumuz Dr. Seyfi Say Bey, yayınlanması ricasıyla bir mesaj göndermiş bulunuyor.

Okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Tenbih.wordpress.com yayın ekibi]

*

Prof.Dr. KAYA YILMAZ | AVESİS

PROF. UNVANLI BİR AKADEMİK …A (KAYA YILMAZ ADLI …A) CEVAP

Dr. Seyfi Say

Bilenler biliyor, academia.edu adlı internet sitesinde GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı bir makalem yer alıyor.

Bilimsel bir makale..

Orada “kişisel” hiçbir şey yok.

Yani o yazıda, merhum Es’ad Efendi’nin şahsına yönelik herhangi bir olumsuz değerlendirme bulunmuyor.

Ancak, tasavvuf ve tarikatlara ilişkin görüşlerini tenkide tabi tutmuş durumdayız.

*

Bilindiği gibi, “ilim“de hatır gönül olmaz.

Tevbe Suresi’nin 31’inci ayeti, yanlış olduğunu bildiği halde ulemanın sözlerini tasdik etmenin onları “rabler” edinmek ve şirke düşmek anlamına geldiğini ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez“.

Okulumuzdaki/ekolümüzdeki üstadlar/hocalar ne demişse sadece o doğrudur, asla yanılmazlar, sözleri gökten inmiş kutsal vahiy gibidir” şeklindeki skolastik zihniyeti Batı, ancak Endülüs ve Haçlı seferleri sayesinde İslam’ın ışığı ile tanıştıktan sonra aşabildi ve gelişme gösterebildi.

*

Es’ad Efendi vefat ettiğinde, Prof. Nazif Gürdoğan‘ın talebi üzerine Yeni Şafak için bir yazı dizisi kaleme almıştım.

Daha önce de onu, Erbakan‘la olan ihtilafında (İslâm ve Kadın ve Aile dergilerindeki) yazılarımla ve ayrıca yurtiçi ve yurtdışında yapığım konuşmalarla desteklemiştim.

Yaşım ilerledikçe ve daha fazla şey okuma imkânı buldukça savunduğum bazı görüşlerin ve onun hakkındaki kimi kanaatlerimin hatalı olduğunu fark ettim.

Aynı şekilde Es’ad Efendi’nin birçok beyanının da yanlış olduğunu anladım.

Hatalarımı itiraf etmem ve düzeltmem, yanlıştan döndüğümü açıklamam gerekiyordu.

*

GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı makalem akademik üslupla kaleme alınmıştır, fakat “sonuç” bölümü bulunmamaktadır.

“Sonuç” bölümünü, okurların idrakine bıraktım.

Yazı boyunca ise, Es’ad Efendi’nin ifadelerini aynen aktararak tartıştım.

Birçok kişinin, tartışma konusu yaptıkları ifadeleri aynen aktarmak yerine bilinçli bir biçimde çarpıtarak naklettiklerini biliyorum.

Tartıştığım sözleri aynen aktarıyorum ki, şayet değerlendirmelerimde bir yanlışlık varsa, okurlar bunu görebilsinler.

*

Söz konusu makaleme, Kaya Yılmaz adını taşıyan biri, kişilik bozukluğu olarak yorumlanabilecek bir yorum eklemiş.

Bu şahıs, Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi‘nde prof. olarak çalışıyormuş.

Alanına gelince.. Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı..

Yani, fakültesindeki öğrencilere, sosyal bilgiler dersinin nasıl okutulacağını öğretiyor diyebiliriz.

Ders verdiği alanı bildiğini varsayabiliriz.

Fakat, yazıma eklediği yorumdan anlaşılıyor ki, bütün bildiği bundan ibaret..

Başka birşey bildiği yok.. Edep ve terbiyeden, “kendini bilmek”ten sorarsanız, hiç bilmiyor.. Yanından yöresinden bile geçmemiş.

İfadeleri şöyle:

Esad coşan hoca efendiden senin ne alıp veremediği var?? Daha önce de internette benzer yazılar yazmış oğlunu sinsi olmakla suclamistin. USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum. Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!

İsim ve resim olmasa, ilk cümleyi okuyan biri, “Bunu, Türkçe’si bozuk yaşlı bir Rum kadını yazmış galiba” diye düşünebilir.

Üslup ve şive, öyle..

İkinci cümledeki Muharrem Nureddin Coşan avukatlığına gelelim.. Bu, Nureddin’le benim aramdaki mesele.. Bu…nın dertlenmesine gerek yok.

Üçüncü cümleye gelelim:

“USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum.”

Aferin!..

Bak …, seni okuduğun okul değil, aklın, mantığın, bilgi birikimin ve edebin adam yapar.

Bir defa, böyle okuduğu okulu adamın gözüne sokarak lafa başlayan biri, kendisinin kişilik bozukluğu ile malul olduğunu ilan etmiş olur.

İkincisi, Türkçe‘yi böyle kullanan biri, ana dilini unutup kendisini sadece İngilizce‘ye verdiği için yabancı dil sınavlarında iyi puan alabilir, ve de Amerika’da doktora da yapabilir, fakat benim mezun olduğum lisede edebiyat dersinden geçemez ve liseden yaş haddinden dolayı diplomasız olarak “emekli” edilirdi.

Tasdiknamesine de, “Düzgün cümle kuramıyor olması mental açıdan bir arızaya işaret ediyor olabilir, bir akıl hastanesinde muayene edilmesinde yarar var” diye yazılırdı.

*

Sonraki cümlelere geçelim:

“Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! “

Emrin olur!

Merhum Es’ad Efendi, beni tasavvuf ve tarikati anlatmak için Avustralya ve Almanya’ya gönderdiği gibi, vefatından önce de, (Amerika’daki doktora öğrencileri bir hoca istedikleri için) temsilcisi olarak ABD’ye yerleşmemi istemişti.

Amerikalılar, vize vermediler.

Cemaatin dergileri ile gazetesinde tasavvuf konulu yazılar kaleme aldığım gibi, bir ara faaliyet gösteren televizyonunda da, Nureddin Ayaz‘ın sunuculuğunu yaptığı programlarda, tasavvuf konulu konuşmalar yapmıştım. (Bunları övünmek için yazmıyorum.. O programlardan biri için buluştuğumuzda Nureddin Ayaz, bana, Es’ad Efendi‘nin gıyabımda, “Seyfi Say profesörleri cebinden çıkarır” demiş olduğunu söylemişti. Bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman söylemedim ve yazmadım. İlk kez burada açıklıyorum.)

Bu Kaya Yılmaz adlı akademik …, … şımarıklığı meziyet zanneden …, bana “Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!!”diyebildiğine göre, benim anlayamadığım tasavvufu anlamış.

O halde, (Uğur Mumcu‘nun tabirini kullanmak gerekirse) … yaygaracılığı ile böyle tiz sesle çığlıklar atarak Afrika dansı yapacağına, tasavvufun ne olduğunu bir makale ile bana ve bütün bir topluma anlatabilir.

Elini tutan yok..

*

Bu …nın yorumuna, aynı mecrada şöyle bir yorumla cevap vermiştim:

Seyfi Say
Senden önce Konya’dan yaşlı bir piyonlarını satranç tahtasında öne sürmüşlerdi. Devamının geleceğini tahmin ediyordum, şimdi senin gibi bir atı mahmuzlamış durumdalar. İnternette de sözde FETÖ’cü vs. görünümlü sahte hesaplarını hareketlendirdiler. Seni güdenlere söyle, böylesi lüzumsuzlukları bıraksınlar. (Bu mesajım sana değil, seni konuşturanlara. Seni mazur görüyorum)

Bir saat sonra bana şöyle bir cevap vermişti:

Kaya Yilmaz
Ben hiçbir tarikata bağlı değilim ve çoğuna karşıyım. Tarikat ayağı ile liyakatsiz ve kifayetsizler özellikle bu iktidar döneminde en üst mevkilere geldiler. Ama Esad hocaefendi r.a. İslami yasayan birisiydi. Öğrencilik yıllarımda İskenderpaşa da pazar günleri vaazlarini dinlemeye giderdim. Oğlunu tanımam.
İslami yasamayip tasavvuf üzerine akademik eserler yazaarin celiskisibi ortaya koyan bir yazı yazmak varken, Esad hocanın hataları diye söylediklerini didik didik etmekten ne geçiyor elinize? Egonuzu tatmin mi??Bu arada siz önce erciyese nasıl geçtiniz, iletisim fakültesine kapak attınız önce bunu düşünün!! Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil. Siz arka plana bakıyorum ve soruyorum, o fakültede ne işiniz var??

Bu …nın, böyle Es’ad Efendi avukatlığına soyunmuş olmasının “Es’ad Efendi sevgisi“nden kaynaklanmadığını biliyorum.

Zaten, “hiçbir tarikata bağlı” da değilmiş..

Ama nasıl oluyorsa, böylesi bir “gecikmiş Es’ad Efendi aşkı” hummasına yakalanabiliyor.

Bu tür numaraları bilirim..

Maksat, Es’ad Efendi’yi savunuyor “ayaklarına yatarak” beni provake etmek.. Es’ad Efendi vadisine çekerek o paranteze hapsetmek.. (Hesap şu: Ne olur ne olmaz, Seyfi Say, yaşayan “görevli/irtibatlı/akredite” TSE damgalı “hoca”ların zırvalarını tartışmaya kalkışabilir. Onlar yerine merhum Es’ad Efendi’yi tartışsın dursun. Ama bunun için önce onu provoke etmeli, “duygularıyla oynayarak” kışkırtmalıyız.. )

Es’ad Efendi hakkında söyleyeceklerimi (söylemezsem vebalde kalacağımı, sükut ikrardan gelir fehvasınca onay vermiş sayılacağımı düşündüğüm kimi hususlardaki itirazlarımı) söyledim.. Daha fazlasını söyleyecek değilim.. (Daha önce fark etmemiş olduğum itikaden önemli bir hatasını görürsem o başka.. Yoksa, böylesi “nalları ters çakılmış at izleri”nin peşine takılacak değilim.. Bundan Allahu Teala’ya sığınırım. Öte yandan, Es’ad Efendi’ye yönelik eleştirilerimde hatalar bulunduğunu bana ilmî delillerle gösteren olursa, düzeltme yazısı yayınlayarak hatalarımı itiraf etmekten Allah’ın izniyle kaçınmam. Hatta böylesi birşeyi “nimet” kabul ederim, “nimet/lütuf” kabul etmem gerekir. Çünkü, ahirete, doğru görüşlere reddiye yazmış olarak gitmek istemem. Bununla birlikte, “istihbaratçılar”ın kaleminden çıktığından şüphe etmediğim futbol takımı amigosu üslubuyla yazılmış provokatif “Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!” şeklindeki …, yazılarıma verilmiş bir cevap olmadığını da, asıl maksadın başka olduğunu da bilmiyor değilim.)

*

Erciyes macerasına gelince.. Bu …, bu noktada haklı.. İletişim Fakültesi‘ne gitmem, yapılan daveti/çağrıyı kabul etmem bir hata idi..

Bundan iki buçuk yıl önce, 2018 yılı başlarında, benim doktora tez danışmanım Prof. Osman Gazi Özgüdenli, akademik hayatımı Marmara Üniversitesi‘nde devam ettirmem konusunda bana ısrar edince, düşünmek için 10-15 gün süre istemiş, fakat sadece 15 saat kadar sonra bir SMS mesajı göndererek hayır cevabını vermiştim. (Aslında Erciyes’e gitmeden önce, dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Marmara Üniversitesi’nin akademik kadrosunda yer almam için rektörle konuşma teklifinde bulunmuş, kabul etmemiştim. Bana böylesi … mesajlarla artistlik yapan Marmara Üniversitesi …, çalıştığı üniversitede görev almaya tenezzül etmediğimi anlasın ve edebini takınsın.)

Bu … mesleğinin yüz karası, benim hakkımda bir de“Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil”diyor.

Bundan neyi kastettiğini anlayamadım..

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

Yayın bilgilerinin girilmesine gelince..

Oraya hiçbir yayın bilgisi girmemiştim. Bölüm başkanı Doç. Mustafa Akdağ (M. A.) (sonradan prof. ve dekan oldu) girmemi istediği için yazma durumunda kalmıştım.

*

Bu şımarık …, kimsenin kendisine hesap vermek zorunda olmadığını bile daha anlayamamış.

Umarım bu cevap ona kâfi gelir.

*

[EK: Bu …nın ikinci yorumuna şu cevabı vermiştim: “Yularını elinde tutanlara sor, anlatsınlar.”

Üç saat sonra (“Abi”leri üç saat boyunca karar verememiş olmalılar) şu cevap geldi:

Kaya Yilmaz
Sıkışınca ve cevap veremeyince böyle hakaret ederek gerçek yüzünü açığa çıkarırsın. Senin seviyene inip aynı şekilde hakaretle karşılık vermeyecegim. Ama sana hukuk yoluyla iyi bir ders vereceğim. Hakaretle karşılık vermek.yerine hakaretten dava açarak!!!

Bu şahsın havalı bir üslupla bana “hukuk yoluyla iyi bir ders vermekten” söz etmesini, ders vereceğinden bu kadar emin olmasınıilginçbulmadığımı söyleyemem.

Nasıl bir “güvence”ye sahipse?.. (Dava açar mı, açar! Çünkü, onu kullananlar her halükârda masraflarını karşılarlar, yani zarar ziyanı olmaz, bu bir.. İkincisi, yine onu kullananlar, üzerime salanlar, “portföy”lerindeki bir avukatı da ona gönderirler, yani dava işi bu şahsı yormaz, vaktini almaz.)

Cevabım şu oldu:

Seyfi Say
Derdin anlaşıldı. Aşağılayıcı, “ego”lu, “boş”lu tahrikler ve provakatif laflarla kışkırtmak ve sonra da uygun bir cevap alınca hemen mahkeme kapısına koşmak.. Sana bu aklı verenler uygun hakimler de ayarlarlar mı, ayarlayabiliyorlar mı bilmiyorum.
Sıkışınca ve cevap veremeyinceymiş.. Sana cevap vermek zorunda mıyım alçak? Senin aşağılayıcı tuzak lafların benim makaleme bir cevap mı?

Yukarıdaki yazımda, daha önce şunu yazmıştım:

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

Bugün (12 Temmuz 2020) saat 02:22’de baktığımda, söz konusu sayfanın boş olduğunu gördüm.

Boşaltılmış.

Şaşırmadım. (Bu arada şunu da belirteyim, “derin” alçaklar tarafından idare edildiği açık olan bir internet sitesi var: https://www.akademikbilgisistemi.com. Bu şerefsizler benim bilgim ve iznim dışında benim için de bir sayfa açmış ve fotoğrafım olarak da ilahiyatçı Ebubekir Sifil‘in resmini koymuş durumdalar. E-mail vasıtasıyla birkaç defa ikaz ettiğim halde düzeltmediler.)

*

Bu arada, yıllar önce, fakülte yönetimi ile istihbaratçıların (MİT’çilerin) diyaloğunun gayet iyi olduğunu, gerektiğinde aralarında “paslaştıklarını” öğrenmemi sağlayan bir olay yaşamış olduğumu da belirtmeliyim.

2014-15 öğretim yılıydı..

Gazetecilik bölümü ikinci sınıf öğrencilerine de ders veriyordum.

Sınıfta en ön sırada oturan öğrencilerden biri Afganistanlı Beşir Amatayderi idi. Çocuksu duruşlu, çelimsiz bir gençti.

Bir gün fakültedeki odama geldi.

“Hocam” dedi, sınıfımızdaki birkaç Kürt öğrenci dün gece beni yolda yalnız gördüler, dövmek istediler, kaçtım, beni kovaladılar, ellerinden bir duvardan atlayıp zor kurtuldum. Ne yapmalıyım hocam, çok korkuyorum“.

Beşir’e, “Burası dağ başı değil” dedim, “hiçbir şey yapamazlar”.

Ve, “Kim bu çocuklar?” diye sordum. “Hocam, sınıfın en arkasında yan yana oturanlar var ya, onlar” dedi.

Beşir’e, hem fakülte dekanlığına şikâyet dilekçesi vermesini, hem de savcılığa suç duyurusunda bulunmasını söyledim.

“Şimdi dekan yardımcısı Doç. Mustafa Koçer‘i arayacağım, ona git, durumu anlat ve gerekli dilekçeyi ver. Gelişmelerin seyri hakkında da beni bilgilendir” dedim.

*

Beşir, bir hafta kadar sonra yanıma geldi.

Mustafa Koçer’in odasına gittiğinde dekan Prof. Hamza Çakır’ı ve diğer dekan yardımcısı Doç. Hakan Aydın‘ı da orada bulduğunu, “Niye doğrudan bize gelmedin?” dediklerini söyledi.

Sonuç ise şu olmuş: Hakan Aydın, söz konusu öğrencileri makamına çağırıp “haşlamış”..

Bir iki gün sonra da MİT’çiler o öğrencileri telefonla arayıp “Beşir’i rahat bırakın, yoksa kötü olur” demişler, ve bu, Beşir’e bildirilmiş.

“Peki, suç duyurusu, şikâyet dilekçesi filan?..” diye sordum.

Hayır, bunlara gerek duyulmamıştı, Hakan Aydın’ın o öğrencilerin kulağını çekmesinin ve de MİT’in gözdağı vermesinin yeterli olacağı anlaşılmıştı.

*

Sonradan, Beşir‘in anlattığı hikâyenin bir “kurgu” olabileceğini düşünmeye başladım.

Bu “yabancı ülke vatandaşı misafir öğrencilere” MİT’in özel ilgi gösterdiğini, devletin onları geleceğe yönelik bir “yatırım” olarak gördüğünü anlamak için çok fazla şey bilmek gerekmiyordu.

Ayrıca, Kayseri gibi “milliyetçi-Türkçü” bir kentte okuyan Kürt öğrencilerin büyük çoğunluğunun “potansiyel tehlike” kategorisinde değil, “devletin itaatkâr Kürtleri” arasında yer aldıkları düşünülebilirdi.

Bunun yanı sıra MİT’in böylesi “MİT’ten arıyorum” türünden telefon hizmeti bulunmadığı da kesindi. Gözdağı verilecekse iki tane polis alır götürür karakolda biraz soğuk zeminde bekletir bırakırlardı. Ya da tenha yollarda “kimliği meçhul” kişilerce mesaj verilirdi.

Beşir’in, daha önce hiç odama uğramamışken (ve daha sonra hiç uğramayacakken) böylesi bir konu için yanıma gelmiş olması da ilginçti.

Acaba birileri benim o Kürt öğrencileri sınıfta hedef alacağımı, onlarla “dalaşacağımı” varsaymış ya da hedeflemiş olabilirler miydi?

Ve de bunun için Beşir ile o gençler arasında rol dağılımı yapılmış olabilir miydi?

*

Bugünlerde başka türden ilginçlikler de yaşıyorum.

Daha da yaşayacağımı sanıyorum.

Çünkü, karşımdaki kişilerin A, olmadı B, olmadı C, o da olmadı D gibi planlar yapmış olduklarının farkındayım.

Daha iki gün önce (10 Temmuz 2020 Cuma) yaşadığım bir ilginçlik hakkında KuveytTürk‘ün müşteri hizmetleri birimine göndermiş olduğum e-posta mesajı şöyle:

Selam…

Bugün (10 Temmuz 2020) saat 16:48’de 4443123 numaralı telefondan arandım. Telefon numaram: 0506 504 XX XX.

Bana, KuveytTürk’teki hesabıma yanlışlıkla bir para yatırılmış olduğu, bu paranın iadesi için kendilerine telefonda onay vermem gerektiği söylendi. İstersem bir şubeye de gidip hallettirebilirmişim. (Tabiî o saatte artık şubeye yetişemem, ya Pazartesi’yi bekleyeceğim ya da telefonda onay vereceğim.)

Parayı gönderenlerin kim olduğunu sorduğumda, cevap verilmesi için önce annemin kızlık soyadını vs. söylemem istendi. (Tabiî benim arayan kişiye KuveytTürk’ün annesinin kızlık soyadını sorma şansım yok.. KuveytTürk’ü ben aramış olsam, “Siz gerçekten KuveytTürk müsünüz?” diye sormam abes olur. Ama ben, aranan kişiyim. Dolayısıyla benim telefon numaramın sahte olması ihtimali yok, arayan numaranın var.)

Ben telefonda bu tür bilgiler veremeyeceğimi söyleyince, herhangi bir KuveytTürk şubesine uğramam söylendi.

Sizden öğrenmek istediğim şu: Gerçekten sizin tarafınızdan mı arandım?

Arayan siz değilseniz, lütfen bildiriniz.

Arayan siz iseniz, o takdirde şunu bilmek istiyorum: Yıllar önce KuveytTürk’te bir hesabım vardı, fakat kapattırmıştım. Olay eski, kapattırdığım yılı bile tam hatırlayamıyorum. Kapanmış (olmayan, olmaması gereken) bir hesaba para nasıl yatıyor, bunu bilmek istiyorum.

Evet, arayan siz iseniz bir de talebim var: Lütfen bana, hesabıma yanlışlıkla para yatırılmış olduğunu ve iadesinin talep edildiğini hem e-mail ile hem de kâğıt üzerinde yazılı olarak bildiriniz.

Eğer bu yanlışlık para gönderenlerin değil de bankanın hatası olsaydı, düzeltmek için bana haber vermeniz gerekmezdi. Benden onay istenildiğine göre, bu hata, parayı gönderenlerin hatası.

Ancak, geçmişte birçok kumpasla karşılaşmış, haksızlığa uğramış, sıkıntı ve mağduriyet yaşamış biri olarak, bazen hata görünümlü tuzaklar hazırlanabildiğini de biliyorum.

Yarın bir gün bana, “PKK, FETÖ, (uyuşturucu veya haraç işine bulaşmış) bir mafya çetesi veya başka türden kanunsuz kişilerle bağlantılı olduğum, aramızda para ilişkileri bulunduğu” yönünde bir suçlama yapılmayacağından emin olamayacağımı bilecek kadar uzun, öğrenecek kadar da çok şey yaşadım.

Bunları yazmak zorunda kaldığım için üzgünüm.

Selamlar…

(Kaynak: https://tenbih.wordpress.com)

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (1) / DR. SEYFİ SAY

*

28-subat-tank-sincanimages

*

İÇİNDEN TANK GEÇEN AY

*

Her şey, 1995 yılı sonunda başlamıştı..

24 Aralık 1995 günü yapılan genel seçimlerde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi beklenmeyen bir başarı göstermiş, birinci parti olmuştu. O sıralarda ilginç bir rüya görmüş fakat hiçbir anlam verememiştim. Rüyamda bir binanın birinci katından dışarıya bakıyorum. Aşağıda üst rütbeli üniformalı bir subayın, Erbakan’ın ve siyah çarşaflı bir kadının bulunduğunu görüyorum. Erbakan, şaşırmış, afallamış, ne yapacağını bilemez bir halde ayakta duruyor. (O sıralarda rüyamı anlattığım Boğaziçi mezunu arkadaşım Ahmet Pılığ’a, Erbakan’ın durumunu tasvir için “upset” kelimesini kullandığımı hatırlıyorum.) Çarşaflı kadın ise yerde baygın yatıyor. Sonra dikkatim, içinde bulunduğum odanın kapısına yöneliyor. Kapıdan, elindeki tabanca bana doğrultulmuş bulunan sivil biri, beni vurmak amacıyla giriyor. Kendimi korumak için tabancalı kişinin üzerine koşuyorum, hedef olmamak için de zikzak çiziyorum. Fakat, söz konusu şahıs tabancasını ateşliyor. Kolumdan vurulduğumu anlıyorum, çünkü acı duyuyorum. Koluma baktığımda, kurşunun kolumu sıyırıp geçtiğini anlıyorum, fakat hiçbir yara izi göremiyorum. Ancak, kolumdaki acı, olduğu gibi devam ediyor. Bunun ardından, kendimi açık bir meydanda buluyorum. Tansu Çiller’in, üzerinde, arka kısmı olmayan bir mini etek bulunduğu halde, bir metre yüksekliğindeki bir sahne üstünde bir mitingdeymişcesine küçük bir kalabalığın karşısına çıktığını gözlemliyorum. Bunun ardından, kendimi, ayaklarımda yarım metre uzunluğundaki, Mevlana’dan kalmış olduğunu bildiğim ayakkabılar olduğu halde, çamurlu bir yolda, tek başıma yürürken görüyorum.

Doğal olarak, o sıralarda bu rüyaya hiçbir anlam verememiştim. Fakat aradan bir buçuk yıl geçmeden, işaret ettiği durumların yaşanmaya başladığını fark etmiştim. 28 Şubat 1997 günü Erbakan, gerçekten de ne yapacağını bilemez, şaşkın bir hâle gelmişti, “upset” haldeydi. Dört ay sonra, Haziran sonunda ise, elinden başbakanlık koltuğunu da almışlardı. Fakat “avcılar”, bununla yetinmemeye kararlıydılar; durmayıp partisini de kapatmışlardı. Her ne kadar yerine Fazilet Partisi kurulmuş idiyse de, Erbakan artık siyasî yasaklı durumundaydı. Avcıların gazabı, bununla da dinmemişti, sadece Erbakan’ı değil, partisini de bütünüyle bitirmeye kararlıydılar, bu yüzden, Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi için de, onun devamı olduğu gerekçesiyle kapatılma davası açıldı ve bu yeni parti de, tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Partinin milletvekilleri ve kadroları, “Millî Görüş” gömleğini çıkarmış halde, yeni bir parti kurmak üzere Erbakan’ı terk ettiler. Ancak avcıların öfkesini bu da dindirmeye yetmemişti, ona son darbeyi, “kayıp trilyon” davası ile vurdular.

Böylece Erbakan’ın, sadece koltuğunu ve partisini değil, itibarını da paramparça etmiş oluyorlardı.

Erbakan’ı terk edip yeni bir parti kuranlar, sadece eski liderlerini, öteden beri içinde yer aldıkları siyasal oluşumu ve teşkilatlarını terk etmiyorlardı, aynı zamanda, dava”larından da vazgeçiyorlardı. Bölünmenin başını çeken Recep Tayyip Erdoğan, açıkça, “Millî Görüş gömleğini çıkarttığını” söyleyecekti. Onun yeni davası, daha sonraki yıllarda AKP teorisyenlerinin içini doldurmaya çalışacakları “muhafazakâr demokrasi” ideolojisiolmuştu. Erdoğan, bir yandan da ABD, AB ve dünya genelindeki yahudi örgütleri ile iyi ilişkiler kurma arayışı içindeydi. Bunun semeresini, yahudilerden “madalya”, ve Batılılar’dan övgü ve destek alarak toplayacaktı. Tayyip, artık o eski Tayyip değildi, Millî Görüş gömleğini çıkartmış olmasının bir sonucu olarak, “din (İslam) devleti”ne ve “din milliyetçiliği”ne karşı olduğunu söyleyen, geçmişte “din istismarı” yaptıklarını “itiraf” eden, laikliği savunan, yeri geldikçe Mustafa Kemal’i hayırla yâd eden bir Tayyip vardı artık. Erdoğan, bir “siyasal itirafçı”ydı, fakat, içinden geldiği camianın siyasal itirafçılığa ve ideolojik “dönekliğe” yatkın isimleri ile pragmatik, oportünist ve konformist kesimlerinin desteği ona tek başına yetmezdi, bu yüzden, halk kitlelerinin desteğini almasını sağlayacak Demirelvari bir “resmî” dindarlık gösterisini de hiçbir zaman bırakmayacaktı. Sadece kendisinin dönmesi ya da dönüşmesi ile yetinmeyecek, Millî Görüşçü büyük bir kitleyi de döndürecek ya da dönüştürecekti. Hangisi gerçek anlamda din istismarıydı, Erbakan’ın yanındayken yaptığı çalışmalar mı, yoksa, kişisel amaçlarına ulaşmak için, uluslararası çevrelerin ve “derin devlet”in desteğini sağlayacak şekilde Millî Görüşçü (Şeriatçı) bir topluluğu dönüştürmek üzere “laikliğin onayından geçmiş Demirelvari dindarlık gösterileri” yapması mı, işte bu soruyu hiçbir zaman gündemine almayacaktı.

Evet, “dava adamı” Erbakan’a en büyük darbeyi siyasî rakipleri değil, yanında yetişen kendi adamı, “siyasal itirafçı” Recep Tayyip Erdoğan vurmuştu. Erbakan, bir daha kendisine gelemeyecek şekilde şaşkın, ne yapacağını bilmez, “upset” bir halde ömrünü tamamlayacak, buna karşılık Erdoğan, “siyasal eyyamcılığı”nın veya “siyasal konformizm”i ile “siyasal fırsatçılığı”nın bir sonucu olarak, kişisel siyasal hedefleri için “dava” vs. tanımayacak, Millî Görüş gömleğini parça parça edip yırtıp atacaktı. Ortada, sadece eski liderini değil, aynı zamanda davasını da terk eden, geçmişini “din istismarı” olarak nitelendirip mahkum eden bir “laik demokrasi tövbekârı” vardı.

Rüyamdaki çarşaflı kadının sembolize ettiği kesimler ise, Erbakan gibi “upset” olmakla da kalmamış, rüyamdaki gibi “baygın” düşmüşlerdi. Başörtüsü yasağı adeta anayasa ve kanun üstü bir ilkeye dönüştürülmüştü. Kur’an kurslarına başlama yaşı 15’e çıkarılmış, bu kurumların köküne kibrit suyu dökülmüştü. İmam hatip liselerinin orta kısmı yok edilmiş, “katsayı” dalaveresiyle o okulların öğrencilerinin istikbal umutları ortadan kaldırılmıştı. Çünkü imam hatip liseleri ve Kur’an kursları, Millî Görüş hareketinin arka bahçesi durumundaydı, ve Erbakan’ın kullandığı “kuş dili” çerçevesinde Millî Görüş, İslam (Şeriat düzeni) demek oluyordu. Ancak, sonraki yıllarda, Millî Görüşçü kitle, Erbakan’ın değil, Erdoğan’ın yanında yer alarak fiilen “Millî Görüş gömleğini” çıkarıp “muhafazakâr demokrasi” şapkasını giyince, imam hatip liseleri vs. için getirilen yasaklar tedrîcen ortadan kaldırılacaktı. Çünkü, artık imam hatip liseleri Millî Görüş’ün değil, “muhafazakâr demokrasi”nin, resmî ideolojinin himayeye mazhar kollarından birinin arka bahçesi haline gelmiş oluyordu.“Millî Görüş (Şeriatçılık) gömleğinin” yerini “resmî ideolojinin şapkalarından biri” almış ve böylece, Atatürk devrimi, 1970’lerden itibaren kendisine meydan okumaya başlamış olan ve “irtica” olarak adlandırılan bir tehdide karşı zafer kazanmış bulunuyordu. Erdoğan’ın iktidarıyla birlikte Türkiye’deki “irtica” tehdidi de son bulmuş, “devlet ile millet buluşmuştu”. Bu, devletin resmî ideolojisinin milletin zihniyet dünyasını teslim alması, ona, kendisini avutması için “siyasal ve ideolojik referans olma”nın dışındaki küçük bir alanı lütuf kabilinden bahşetmesi anlamına geliyordu.

O çalkantılı günlerde, 28 Şubat Süreci’nin hükümferma olduğu sıralarda ben de, her ne kadar iz bırakan ya da görünen bir yara almadıysam da, bir yaranın yol açabileceği acıları, çok boyutlu olarak yaşamak zorunda kalmıştım. O yıllarda İslâmİlim ve SanatKadın ve Aile ile Panzehir dergilerini yayınlayan Vefa Yayıncılık’ta, bu dergilerin genel yayın yönetmeni sıfatı ile çalışmaktaydım. 28 Şubat 1997 günü ortaya çıkan siyasî durum sonucu, toplum genelinde bir panik hâli söz konusuydu. Korku dağları tutmuştu. Zaten, 28 Şubat’ta bir nevi piyade yürüyüşü yapanlar, daha önce topçu ateşi sayılabilecek medya saldırısıyla karşılarındaki kitlenin maneviyatını ve direncini hallaç pamuğu gibi atmışlar, araziyi işgale hazır hâle getirmişlerdi. 28 Şubat 1997’den iki ay önce, 28 Aralık 1996 günü, Aczmendi tarikatı şeyhi olduğunu söyleyen Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin, Kadıköy’deki bir evde uygunsuz bir vaziyette basılmışlardı. Bu olay üzerine medyada öyle bir fırtına koparılmıştı ki, neredeyse sakallılar sakalından, başörtülüler de başörtüsünden utanır hâle gelmişlerdi.

Ancak, 28 Aralık 1996’da yaşanan olayın böylesine büyük bir etkiye yol açmasının nedeni, daha önce yıllarca bunun altyapısının ince bir işçilikle hazırlanmış olmasıydı. Müslüm Gündüz şayet hiç tanınıp bilinmeyen bir insan olsaydı, onun bu şekilde basılmasının herhangi bir haber değeri de bulunmayacaktı. İnsanların gündemini de belki sadece bir gün meşgul edecek, ertesi gün hem ismi hem de cismi unutulup gidecekti. Oysa Müslüm Gündüz, önceki yıllarda televizyon ekranlarına sıkça çıkartılıp tartışmalarda taraf olarak “pazarlanmış”, Aczmendi olduklarını söyleyenlerin toplu gösteri ve seyahatleri medyada sürekli gündemde tutulmuştu. Bunlar, dikkat çekmek için gereken bütün aksesuarları eksiksiz taşıyorlardı; siyah sarıkları, dağınık sakalları, uzun saçları, uzun siyah cübbeleri ve ellerindeki âsâlar ile bulundukları heryerde dikkatleri üzerlerinde topladıkları gibi, medyada da sürekli haber konusu oluyorlardı. Müslüm Gündüz’ün bizzat kendisinin kıyafeti, renk konusundaki özel duyarlılığı ve elindeki tuhaf âsâ da, onun bembeyaz dişler arasındaki tek siyah çürük diş gibi heryerde hemen göze batmasını sağlıyordu.

O sıralarda çalışma arkadaşlarıma, Müslüm Gündüz’ün bir “özel imalat” olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Bununla birlikte, benim değerlendirmelerim çevremdekilere o zaman pek fazla inandırıcı gelmiyordu. Çünkü toplumdaki genel eğilim farklıydı, birçokları onlara hayranlık duyuyorlardı. Onlara destek verenlerin başında da, adı bazen Vakit, bazen Akitolan gazete geliyordu. “Entel” geçinenlerin durumu da pek farklı değildi. O kadar ki, mesai arkadaşım Bahadır Celepoğlu, Marmara FM’den İshak Aslan’ın İsmet Özel’le yaptığı kişisel sohbetlerinde bu konuyla ilgili olarak söylenenleri bana aktardığında, Özel’in Türkiye’deki tavizsiz gerçek müslümanlar olarak Aczmendiler’i gördüğünü öğrenecektim. Bana göre ise, Aczmendiler, her şeyden önce ne yaptıklarını bilmeyen bir güruh durumundaydı. Nurculuk’tan bir tarikat üretmeleri ise tam bir hokkabazlık ve sahtekârlıktı. O gün için, Müslüm Gündüz’ün sadece, insanların saflığından istifade eden bir istismarcı olduğunu, onu meydana süren “derin”lerin de salt mevcut potansiyeli yanlış mecralarda zâyi etmeyi hedeflediklerini düşünüyordum.

Ancak olay, müslümanlardaki potansiyelin sahte bir mecrada heder edilmesinden çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bunu fark edebilmeyi ancak 28 Aralık 1996 günü yaşanan basılma hadisesinden sonra başarabilmiştim. Gerçekte Aczmendiler, İslâmî (ya da İslâmcı) kesime karşı yürütülen acımasız bir psikolojik savaşın ya da saldırının bir silahı olarak, uzun bir hazırlık süreci sonunda üretilmişti. Çünkü Türkiye’deki İslâmî oluşumlar, son tahlilde dört ayrı ana gruba ayrılıyorlardı: Erbakancılar, Nurcular, Tarikatçılar ve Radikaller. Belki buna beşinci olarak BBP de dahil edilebilirdi. Müslüm Gündüz, hem Nurcu, hem tarikatçı, hem de radikal olduğunu ileri sürmek ya da göstermekle, o sıralarda, neredeyse bütün bir İslâmî kesimin prototipi haline gelmişti. Öyle ki, hem Nurcular’ı, hem tarikatçıları, hem de radikalleri temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıkabiliyordu. Bu yüzden, onun 28 Aralık 1996 günü Fadime Şahin ile basılması, kendisinin şahsında bütün bir İslâmî kitlenin imajının yerle bir olmasına yol açmıştı. Oysa bundan yıllar sonra, ondan daha zekî, eğitimli ve kültürlü olan Hüseyin Üzmez’in benzer bir olay yüzünden tutuklanması, sadece yazılarını yayınlattığı Vakit (ya da Akit) Gazetesi için imaj sorununa neden olmuştu.

Şimdi geçmişe dönüp düşündüğümde, 28 Şubat Süreci öncesinde, 1996 yılında, tuhaf ve şüphe celbeden bir genç kızın beni telefonla aramış olması bana farklı şeyler düşündürüyor. Benden, Hakyol Vakfı bursiyeri olan kız öğrencilerin ikâmet ettikleri öğrenci evlerinde kalması için aracılık yapmamı istemiş bulunuyordu. Oysa, beni tanımadığına göre, doğrudan Hakyol Vakfı’na başvurması daha uygun olurdu. Üstelik ben, dergilerin genel yayın yönetmeni olmakla birlikte, yazılarımı gerçek adımla yayınlamadığım için, okurlar nezdinde tanınan biri değildim; 1992’den dergilerin kapandığı 1999’a kadar sadece bir kez kendi adımı kullanmıştım. O yüzden, özel olarak beni araması anlamsızdı. Bu genç kıza şahsıyla ilgili herhangi bir şey sorma ihtiyacını duymadığım için, ne ismini ne de hangi işle meşgul olduğunu öğrenebilmiştim. Öyle sanıyorum ki o zaman, onun bir üniversite öğrencisi olduğunu düşünmüştüm. Neden böyle bir evde kalmak istediğini sorduğumda, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin İskenderpaşa Camii’nde pazar günleri ikindi namazının akabinde yapılan hadîs derslerine (daha doğrusu vaazlarına) katılmak istediğini, anne ve babasının buna izin vermediğini söylemişti. Ona, “söz konusu derslere katılmasının farz olmadığını, ama anne ve babasına itaat etmesinin farz olduğunu” söylediğimi hatırlıyorum. Fakat, karşımdaki genç kız, ısrarından bir türlü vazgeçmiyordu. Ona ayrıca, anne ve babasının, radyo dinlemesine engel olup olmadığını da sormuştum. Olmadıklarını söylemişti. O halde, Akra FMadlı radyo kanalından söz konusu dersleri takip edebilirdi, ona bunu söylemiştim. Bu bile, onun ikna olmasına yetmemişti, caminin feyzinden vs. bahsediyordu. Epeyce uzun süren bir konuşmadan sonra bu genç kızı başımdan güçlükle savdığımda, onun psikolojik sorunları olan dengesiz biri olduğu kanaatine varmış bulunuyordum. Ancak, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin meselesi ülke gündemine girdikten sonra, söz konusu genç kız bana başka şeyleri de çağrıştırmaya başlamıştı. Amaç herhalde söz konusu genç kızın bir öğrenci evinde kalması değildi, “benim vasıtamla” kalmasıydı. Sırf Esad Coşan’ın bir saatlik vaazını “canlı” olarak camide dinleyebilmek için anne ve babasını sözde terk etmek isteyen bir genç kızın, 28 Şubat Süreci’nin toz duman içindeki günlerinde, “Bir cemaatin dergilerinin başındaki isim tarafından ayartılan ve anne babasından kopartılan aldatılmış bir genç kız” olarak gözyaşları içinde medyada arz-ı endam etmeyeceğini hiç kimse garanti edemezdi.

O sıralarda 28 Şubat’ın vicdansız ve hunhar güçlerinin, araziyi “piyade”nin işgaline hazır hâle getirmek için yaptıkları medyatik “topa tutma” faaliyetleri bu tür tezgâhlarla da sınırlı kalmamıştı. Ellerinde kasetleri mevcut bulunan kişileri önce televizyonlardaki tartışma programlarına ve anahaber sunumlarına çıkarıp, herkes tarafından tanınır ve bilinir hâle getiriyorlardı. Mesela Şevki Yılmaz ve Hasan Hüseyin Ceylan bunlardandı. Bu tür kişileri önce medyada meşhur etmiş, böylece onların şahıslarını Refah Partisi’nin doğal temsilci ve sözcüleri olarak kabul ettirmişlerdi. Daha sonra da bunların kasetlerini “patlatmış”, hatta “kliplerini” yapmışlar, ayrıca birtakım ilgisiz yerlerde söyledikleri sözleri bile, Refah Partisi’nin davasında kapatılma gerekçesi olarak kullanmışlardı. Şayet söz konusu şahıslar önce bu şekilde medya projesiyle meşhur edilmemiş olsalardı, onların sözlerinin bir parti kapatma davasına konu yapılması gülünç bile karşılanabilirdi. Ancak o sıralarda bahis mevzuu şahıslar, kullanıldıklarını ve tuzağa çekildiklerini düşünmek yerine, muhtemelen kerameti kendilerinin hazırcevaplık, bilgi, malumat ve kişisel karizmalarına bağlıyorlardı.

Evet, 28 Şubat 1997 günü Türkiye’de korku dağları tutmuştu. Bu korku havasını dağıtmak için olsa gerek, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaİslâm Dergisinin Mart 1997 tarihli sayısı için kaleme aldığı başyazısında oldukça sert tepki göstermiş, 28 Şubat olayının arkasında İsrail’in bulunduğunu açıkça yazmıştı. O ay başyazının geciktiğini, ayın hemen başında çıkması gereken derginin başyazısının 5 Mart günü veya daha sonra geldiğini hatırlıyorum. “Yayıncı’dan” imzasıyla daha önce kaleme almış bulunduğum editör sunumunda ben de benzer bir üslup ve içeriğe yer vermiş bulunuyordum. Bunun yanı sıra, M. Es’ad Coşan Hoca’nın son aylardaki gelişmelere ilişkin sert bir konuşmasının kaset çözümüne de sayfalarda yer ayırmıştım. Ayrıca resim olarak, Es’ad Coşan Hoca’yı elinde pompalı tüfek olduğu halde beyaz cübbe ve sarıkla gösteren bir fotoğrafa yer vermiştim. Genel Müdür K. Y. A. bundan hoşlanmamıştı, fakat gelen başyazı üzerine çıkarılması yönünde bir tavır da koy(a)mamıştı. Ancak, benim bu kaset çözümü için belirlediğim yazı başlığını, sert bulduğu için değiştirmiş bulunuyordu. Bundan benim haberim yoktu, değişikliği dergi basılmış halde elime gelince fark etmiştim.

Ancak, RadikalGazetesi’nin 21 Mart 1997 tarihli sayısında yer alan ve İslâm Dergisi’ni konu edinen bir haber, dergimizde, bu değişikliğin de ötesinde bazı “dolaplar” döndüğünü anlamamı sağlamıştı. Çünkü gazetedeki haberde, derginin basılmış halindeki söz konusu yazı başlığı değil, benim belirlediğim ve baskıya girmeyen başlık aktarılıyordu. Doğal olarak, o günlerde kendi aramızda, muhbirin kim olabileceği konusunda konuşmaya başlamış bulunuyorduk. Tam o sıralarda, dergilerin getir götür işlerini yapan Karslı bir genç eleman, şüphe celbedici hareketler sergilemeye, kapı arkasından bizi dinlemeye, temizlik yapma bahanesiyle odamıza dalıp konuşulanlara kulak kabartmaya başlamıştı. Böylece, kendisini “doğal şüpheli” ya da “bir numaralı zanlı” haline getirmeyi başarmış, onun “Kör parmağım gözüne” kıvamındaki abartılı davranışları yüzünden herkes onun muhbir olduğuna inanmaya başlamıştı. Onun gerçekte bu konuda bir yem işlevi gördüğünü, dizgi servisinde çalışan asıl muhbirin deşifre olmasını engellemek isteyen malum odak tarafından, şüpheleri üzerine çekmesi için bu şekilde davranmakla, gölgeleme yapmakla görevlendirildiğini çok sonra anlayacaktım. Derin odakların işbirlikçisi olduğu sonraki yıllarda ayan beyan ortaya çıkacak olan bir tip de, ısrarla, onun şüphe celbeden hareketlerine dikkat çekecek, K.Y.A. ve İ.B. gibi isimleri herkesi ajan ilan etmekle suçlayıp duruyorken, birden bire hafiye avcısı rolüne soyunacaktı.

Demek oluyordu ki, malum odaklar, dergimizin basılmasını bile beklemiyorlar, dergi büromuzdaki taslak sayfaları, bilgisayar çıkışlarını bile tâkip ediyorlardı. Benzer odakların telefonlarımızı dinlediğini de biliyordum. Mesela, sinema yazıları kaleme alan bir arkadaşla telefonda konuşurken ona, o yılların çok konuşulan filmlerinden olan Eşkıya için, “Bu tür filmlerle eşkıyayı mitleştiriyorlar (efsaneleştiriyorlar)” dediğimde, telefondaki üçüncü bir kişi konuşmamıza müdahil olmuş bulunuyordu. Bunun lüzumsuz bir alınganlık olmadığını anlamam için Susurluk ve Ergenekon dosyalarının açılmasını ve Mehmet Eymür’ün atin.org sitesine bakmam gerekeceğini o zamanlar bilemezdim.

Radikal Gazetesi’nin bize olan ilgisi söz konusu haberle de sınırlı değildi. Derginin söz konusu Mart sayısının çıkmasının ardından, Avni Özgürel’in yardımcısı olduğunu söyleyen biri telefonla arayarak, başyazının ne anlama geldiğini sormuş bulunuyordu. Ona, başyazının anlamının açık olduğunu söylemiştim. Sorularından, yazıda geçtiği gibi bir mücadele kararlılığı içinde olup olmadığımızı öğrenmek istediği anlaşılıyordu. Saldırıya uğrayan herkesin kendisini savunmasının doğal bir hak olduğunu belirtmiştim. “Birisi bahçe duvarınızı aşıp da size saldırırsa, ona ‘Lütfen yapmayın’ demekle yetinmezsiniz; saldırganın kendisini savunan kişiye ‘Nazik ve kibar ol’ deme hakkı da olamaz” demiştim.

Ancak, benim bu tavrım, yakamı bugün bile hâlâ ellerinden kurtaramadığım birtakım odaklar tarafından “ödüllendirilmek” istenmeme yol açacaktı. Bu yüzden, 1997 yılı Mayıs ayı ortalarında, Beşiktaş’taki Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcılarından Enver Çoban tarafından ifade vermeye davet edilmiştim. Sonraki yıllarda Ergenekoncular’ın ifade vereceği Beşiktaş Adliyesi’nde, o zamanlar DGM, işte bu şekilde icra-yı faaliyette bulunuyordu.

Savcı’nın beni sorgulamak istemesinin sebebi, derginin Mart sayısı için yazmış bulunduğum imzasız “Yayıncı’dan” başlıklı editör sunuşuydu. Orada, İstiklâl Marşı’mızda “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” ifadesinin yer aldığını, Kurtuluş Savaşımız’ın Yunan Genelkurmayı’na karşı bu amaçla ve bu ruhla gerçekleştirildiğini, bu ruhun bugün de devam ettiğini dile getiriyordum. Doğal olarak Savcı Enver Çoban’ı rahatsız eden husus, Yunan Genelkurmayı aleyhindeki bu ifadeler değildi. O, başörtüsü yasağının bir insan hakları ihlâli olduğunu söyleyerek YÖK’ü eleştirmemden “kıllanmıştı”. Benden ayakta durarak sorularına cevap vermemi istemişti. Bunun bir aşağılama olduğunu düşündüğüm için ellerimi arkamda kavuşturarak ayakta durmuştum. (Daha sonra bir savcı arkadaştan, bunun usulden olduğunu öğrenecektim.) Savcı beni sorguya çektikten sonra, görevli memura, benim ağzımdan, yaklaşık bir sayfalık bir ifade yazdırmıştı. İmzalamam için bana verildiğinde metni okumuş, oradaki, “Bu yazıyı kimin yazdığını mahkemede açıklayacağım” şeklindeki ifadenin “İstersem açıklarım” olarak değiştirilmesini istemiştim. Satır arasına bu beyanı sıkıştırmışlardı.

Savcı’nın bana yönelttiği suçlama, halkı kamplara bölmek, toplumun bir kesimini diğerine karşı kışkırtmaktı. Fakat, bir gün gelecek, aynı savcının, beni sorguladıktan dört yıl sonra, Mart 2001’de, yazdığı bir iddianamede bölücülük yapmakla suçlanmış olduğunu Google sayesinde öğrenecektim. Türk Ceza Yasası’nın 169. maddesi uyarınca haklarında “yardım yataklık” suçlamasıyla dava açtığı kişilerin “cezaevi sorunlarına karşı duyarlı olduklarını” söylediklerini belirten Savcı, yazdığı iddianamede şu değerlendirmeyi yapmış bulunuyordu: “Ancak, sanıkların çoğunun terörün yoğun olduğu Doğu bölgesi nüfusuna kayıtlı olmaları ve eğitimsiz olmaları nedeniyle samimi bulunmamıştır.”

Yani, kanun karşısında herkes eşitti, Batı bölgesi nüfusuna kayıtlı olanlar daha eşitti; kanun karşısında herkes eşitti, eğitimliler daha eşitti.

Bu, George Orwell tarafından yazılmış fabl türü bir roman değil, bir hukuk adamının yazdığı iddianameydi.. Aynı savcı, 3 Şubat 2000 günü ise, 17 Ağustos depremi hakkında Gölcük sakinlerini rahatsız edecek beyanlarda bulunmuş olan Cübbeli Ahmet’e karşı elinden geleni ardına koymayacak, onun tutuksuz yargılanmasına bile tahammül edemeyecekti: “Ünlü’nün serbest bırakılmasına itiraz eden Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Enver Çoban, bir üst mahkemeye başvurup, Ünlü’nün tekrar gözlem altına alınmasını istedi. Bunun üzerine, Cübbeli Ahmet Hoca tekrar gözlem altına alınarak, İstanbul Nöbetçi 6 No’lu DGM’ye getirildi. Ünlü, deprem konusunda yaptığı konuşmasında, devlete ve orduya hakaret ettiği iddiasıyla gözlem altına alınmıştı.

Ahmet Ünlü’nün tutuksuz yargılanmasında toplum için büyük tehlikeler gören Savcı, dört ay gibi kısa bir sürede büyük bir değişim yaşayacak, bu yüzden Alaattin Çakıcı’nın adamları konusunda son derece özgürlükçü bir tavır takınacaktı: “Alaattin Çakıcı’nın amcası Nihat Çakıcı ve adamı Ali Onsekiz’in evlerinde bir timi donatacak malzeme ele geçti. Savcı Enver Çoban’ın mahkemeye sevk etmeden serbest bıraktığı Çakıcı ve Onsekiz’in evinde, çeşitli tabancalar, pompalı ve otomatik tüfek, gece görüş dürbünü, keskin nişancı dürbünü, kamuflajlı çelik yelek bulundu.”

Ancak, aynı savcı dört yıl sonra tekrar büyük bir değişim yaşayacak, Doğulu olma ve Alaattin Çakıcı gibi bir yeğene sahip bulunmama bahtsızlığına uğramış sabıkasız bir genç için, sadece bir tabanca taşımış olması yüzünden tutuklama kararı çıkartacaktı: “Ağrı’dan İzmir’deki ağabeyinin yanına gelen Bakım Önaç (26), bir süre önce barlar sokağında ruhsatsız silahla birlikte ele geçirildi. Gözaltına alınan Önaç, Savcı Enver Çoban tarafından sorgulandıktan sonra tutuklanması talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. İstanbul’daki Barış Dönmez cinayetinden ders alınması gerektiğini düşünen savcı, CMUK’un 104’üncü maddesi uyarınca sanığın tutuklanmasını istedi. Madde, ‘delillerin karartılması ve yok edilmesi, delillerin toplanmaması ve toplumda infial uyandırma’ fiillerini kapsıyor. Mahkeme Enver Çoban’ı haklı buldu ve sanık tutuklandı. Bunun üzerine sanık avukatı bir üst mahkemeye başvurdu. Avukat Sevgi Sakarya itirazında, silahın temiz çıktığını, müvekkilinin sabıkası olmadığını anlattı ve Bakım Önaç’ın tutuksuz yargılanmasını istedi. Ancak avukatın talebi reddedildi.”

Savcı Enver Çoban beni neden yargılatıp içeriye attırmak istiyordu?.. Neden benim üzerime geliyorlardı?.. Cübbeli Ahmet gibi meşhur biri değildim, herhangi bir unvanım yoktu, yayınlanmış bir kitabım bile bulunmuyordu. 1992 yılından sonra İslâm Dergisi’nde kendi imzam ile (hatırladığım kadarıyla) sadece iki yazım yayınlanmıştı; ne yazılarımı merak eden bir okur kitlem, ne de vaaz, sohbet ya da konferanslarımı dinlemek isteyen taraftarlarım vardı. Muhtemelen hedef seçilmiş olmamın nedeni, belirli odakların, Es’ad Coşan Hoca’nın tutumunun bireysel olduğunu, İskenderpaşa Cemaati tabanında karşılığının bulunmadığını, bunun bir istisnasını teşkil ettiğimi düşünüyor olmalarıydı. İkinci bir neden de, benim Vefa Yayıncılığa ait dergilerin yayın çizgisi konusunda malum odaklar tarafından yapılan telkinlere açık olmayı kabul etmemem olabilirdi..

Savcı’ya ifade verdikten kısa bir süre sonra bir vesileyle karşılaştığım Av. Yalçın Ünal, konuyu bana sormuş bulunuyordu. Basın Kanunu’na göre yazarı açıklamak zorunda olmadığımı, ancak işverenim konumunda olanların “böyle bir yazıyı kendilerinin verdiklerini ve yazarı açıklamak istemediklerini” beyan etmeleri gerektiğini söylemişti. Bu durumda benim cezalandırılmam söz konusu olmuyor, işveren için de fazladan bir risk ortaya çıkmıyordu; aksi takdirde sorumlu müdür olmam nedeniyle mesuliyetim devam ediyordu. Ancak, Genel Müdür benimle karşılaştığında bu konulara hiç girmiyor, hiçbir şey sormuyordu, başkalarından, meselenin salt benim yazıyla ilgili olduğunu öğrenmiş ve sessizliğe gömülmüştü. O sıralarda bir daha dönmemek üzere yurtdışına çıkmış olan ve kendisini telefonla arayan Esad Coşan Hoca’nın, “Yazımla ilgili dava açılmış, öyle mi?” şeklindeki sorusu karşısında, “Hayır efendim, mesele Seyfi’nin yazısı ile ilgili” diye müjdeyi vermiş bulunuyordu. Çalıştığım şirketin bana avukat bulması ve hukukî destek sunması gibi birşey söz konusu değildi. Dolayısıyla, kendi savunmamı kendim yapmam, kimseden yardım beklememem, kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışmam gerekiyordu; güvenilmeyecek, güvenilir ve emin olmayan, sıdk u sadâkatten pek fazla bir nasip edinmemiş bir topluluk içinde bulunduğumu o gün artık anlamaya başlamış durumdaydım.

Konuyla ilgili olarak, bize komşu bir ilçeden olduğu için hemşerim sayılabilecek bir avukat arkadaşa vekâlet vermiş bulunuyordum. Ancak, avukatımın konuyu takip etmesine gerek kalmamıştı. Aylar geçtiği halde beni ne Savcı, ne de DGM aramıştı. Savcı’nın vicdanlı bir adam olduğunu, 28 Şubatçılar’ın baskısı yüzünden beni sorgulamak zorunda kalmış bulunduğunu, bana yöneltilen suçlamanın gülünçlüğünü fark etmiş olduğunu düşünüyordum. Fakat kazın ayağı öyle değildi. Sonbaharda DGM’den gelen bir yazı, Ağustos ayı içinde gıyabımda yargılandığımı, çıkan basın affı yasası kapsamında dosyamın üç yıl için rafa kaldırıldığını, bu süre zarfında benzer bir suçtan yargılanıp mahkum olmam durumunda tekrar aynı davadan yargılanacağımı bildiriyordu.

Söz konusu basın affı, Haziran’da yıkılan Erbakan-Çiller hükümeti yerine iktidar koltuğuna oturan DSP-ANAP-MHP (Ecevit, Mesut Yılmaz, Bahçeli) troykası tarafından, Fatih Çekirge gibi 28 Şubat gazetecilerinin yargılandıkları davaların düşürülmesi için çıkartılmış bulunuyordu. O günlerde, “Demek ki, basın affının çıkmış olmasından dolayı, Ağustos ayındaki duruşma için beni mahkemeye çağırmaya bile gerek görmemiş, rahatsız etmek istememişler” diye düşünmüştüm.

Ancak, kazın ayağı yine öyle değildi. 1998 yılı başlarında evimizin kapısına gelen bir polis memuru, Ağustos duruşmasına katılmam için şahsıma yapılan tebligatı içeren yazıyı teslim ediyor, evrak arasına karışıp unutulmuş olduğu için gecikme yaşandığını söyleyerek özür diliyordu.

(Devamı için bakınız:

https://tavassut.wordpress.com/2015/02/21/28-subatin-yildonumu-yaklasirken-bir-28-subat-anlatisi-2/)

MİLLÎ GÖRÜŞ GÖMLEĞİNİ ÇIKARIP MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİ İDEOLOJİSİNİ SAVUNMAYA BAŞLAYAN,

MISIR VE TUNUS’A GİDİP ŞERİAT YERİNE LAİKLİK TAVSİYESİNDE BULUNAN ERDOĞAN’IN SÜNNÎLİK ÜSTÜ YA DA DIŞI İSLAM’I BÖYLE BİRŞEY Mİ?

*

ŞERİAT İSTEMEYEN “MÜSLÜMANLAR”

Posted on 04 Mayıs 2013

Ahmet Polat

 

Önce bir haber:

 

ABD merkezli Pew araştırma kuruluşunun 39 ülkeden 38 bin kişiyle görüşerek yaptığı ankete göre dünyadaki Müslümanların büyük kısmı şeriatın ülkelerinde yasa olarak uygulanmasını istiyor. Türkiye’de şeriatın uygulanmasını isteyenlerde oran yüzde 12 olurken Afganistan’da bu oran yüzde 99’u buluyor. İşte anketten öne çıkan detaylar:

“Şeriatın gelmesini en az isteyen ülke yüzde 8 ile Azerbaycan. Nijerya’nın yüzde 71’i, Endonezya’nın yüzde 72’si, Mısır’ın yüzde 74’ü şeriatın gelmesini istiyor.Rusya’daki Müslümanların yüzde 42’si şeriatın gelmesini isterken Irak’ta bu oran yüzde 91, Lübnan’da yüzde 29, Tunus’ta yüzde 56, Ürdün’de ise yüzde 71.

Pakistan’da, şeriat isteyen ancak şeriatın diğer dinlere mensup olan kişiler için de uygulanmasını istemeyenlerin oranı yüzde 65, Türkiye’de ise bu oran şeriat isteyen yüzde 12’lik kesim içinde yüzde 50 olarak belirlendi. Irak’ta şeriat isteyenlerin yüzde 59’u diğer dinlerin şeriattan muaf tutulması gerektiğini savunuyor. Rusya’da şeriat isteyen Müslümanlarda bu oran yüzde 70 iken Mısır’da yüzde 25, Lübnan’da yüzde 51, Ürdün’de ise yüzde 41.

“Türkiye’de şeriatın gelmesini isteyenlerin yüzde 35’i suça karşı bedensel ceza yani kırbaçlama, dağlama ve sakat bırakma gibi cezalar uygulanmasını savunuyor. Pakistan’da bu oran yüzde 88, Ürdün’de yüzde 57, Irak’ta yüzde 56, Lübnan’da yüzde 50, Afganistan’da ise yüzde 81. Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 29’u ise zinanın cezasının recm olması gerektiğini savunuyor. Taşlananarak öldürülme anlamına gelen recmi en fazla savunanlar ise yüzde 84 ile Filistinliler.

“Türkiye’de şeriat isteyenlerin yüzde 17’si İslam dininden ayrılanların idamla cezalandırılması gerektiğini savunuyor. Bu oran en fazla yüzde 86 ile Mısır’da görülüyor.

“Türkiye’nin şeriat devleti olmasını isteyenlerin yüzde 48’i aile içi sorunların ya da mülk sorunlarının din adamları tarafından çözülmesi gerektiğini savunuyor. Birinci sıradaki Mısır’da bu oran yüzde 95.”

(http://dunya.milliyet.com.tr/turkiye-de-yuzde-12-seriat-istiyor/dunya/detay/1701923/default.htm)

 

Pew Araştırma Merkezi’nin (Pew Research Center) söz konusu araştırmasının (bkz. http://www.pewforum.org/Muslim/the-worlds-muslims-religion-politics-society-exec.aspx) Türkiye için verdiği sonuçlar, geçmiş yıllarda farklı kuruluşlar tarafından yapılmış bulunan araştırmaların sonuçlarıyla örtüşüyor.

Her ne kadar araştırmaya göre Türkiye’de Şeriat isteyenlerin oranı yüzde 12 olarak görünüyorsa da, bunu sahih (Ehl-i Sünnet inancına uygun, modernist yorumlara itibar etmeyen) Şeriat anlayışı çerçevesinde düşündüğümüzde, Milliyet gazetesinin yukarıya aldığımız haberinin de ortaya koyduğu gibi, oranın yüzde 2’ye, bilemedin yüzde 3’e kadar gerilediğini kabul etmek gerekiyor.

Evet, Türkiye’de, Ehl-i Sünnet’in (geleneksel, modernize edilmemiş) İslam anlayışı çerçevesinde Şeriat isteyenlerin oranının yüzde 2 ya da 3 olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Şeriat istemeyen müslüman olmak ne anlama gelmektedir?

Bu, esas itibariyle, Atatürk ilke ve inkılaplarını istemeyen, tam karşıtı uygulamaları savunan Atatürkçüler’in varlığı gibi birşeydir.

Atatürkçülerin, böylesi bir Atatürkçülük yorumunu kabul ettiklerine henüz şahit olamadık. Atatürkçülük konusunda tutarlılar.

Bırakın böylesi bir Atatürkçülük yorumunu savunmayı, Atatürkçü uygulamalara karşı çıkmamakla birlikte, onlarla çelişen en küçük bir uygulamayı çağdaşlık, demokrasi ya da inanç hürriyeti bahanesiyle savunanlara bile, “takiyyeci, gizli rejim düşmanı, gizli gündemci vs.” suçlamalarını yöneltebiliyorlar.

Evet, Türkiye’de, Atatürkçü olduklarını söyleyenlerin yüzde kaçı “Atatürk ilke ve inkılaplarının uygulanmasına lüzum yoktur, bunların çağı geçmiştir” diye düşünüyor, bilmiyorum. Ama, Türkiye “müslüman”larının en azından yüzde 88’i Şeriat için açıkça böyle düşünüyor.

Sonra da bu yüzde 88, kimi zaman, geriye kalan yüzde 12’yi “aşırı dinci, İslamcı, fanatik, radikal, vs.” diye damgalıyor. Sanki İslamcı olmamak bir meziyetmiş gibi.. Bazıları daha usturuplu ve kurnazca yaftalar uyduruyor: Haricî vs…

Peki, Şeriat istemeyen insanların müslümanlığının hükmü İslam’a göre nedir?..

Bu sorunun cevabını ben vermeyeyim.. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vazifesi ne?!..

Belki akla şöyle bir soru gelebilir: Bu insanlar Şeriat’in ne olduğunu gerçekten biliyorlar mı?..

İsteyip istemediklerine karar verebildiklerine göre, bildiklerini kabul etmek zorundayız.

Türkiye’de yaşayan bir müslüman olup da Şeriat’in ne olduğunu bilmemek, bu ülkede yaşayıp da Atatürk’ün kim olduğunu bilmemekten farksızdır. (Burada Şeriat’in ne olduğunu anlatmak için ayet yazmayalım. “Laik” bir kaynağa, T.C. Başbakanlık Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’üne başvuralım: Kur’an’daki ayetlere, Hz. Muhammed’in sözlerine dayanan İslam kanunu, İslam hukuku.)

Adam hem müslüman, hem de Kur’an’daki ayetlere, Hz. Peygamber s.a.s.’in sözlerine, yani Sünnet’e dayanan İslam hukukunu istemiyor.

Evet, Türkiye “müslüman”larının büyük çoğunluğu bu durumda..

Birileri de, Türkiye’de Ehl-i Sünnet’i savunacağım diye Şeddadî türbelere methiye düzmeyi İslam’a hizmet zannediyor.

Şu işe bakın!.. Asıl mesele ne, bu adamların derdi ne!.. Ehl-i Sünnet inancını savunmak bu mudur?!.. Böyle mi olmalıdır?!..

Adam Şeriat’i (Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini) istemeyecek, ve bu görmezden gelinecek, nakış nakış işlenmiş sandukası, yaldızlı kubbesiyle türbeyi ziyaret edince “Ehl-i Sünnet müslümanı” haline gelmiş olacak..

Evet, bugün Türkiye “müslüman”larının irşad edilmeye, Şeriat’e (Kur’an’daki ayetlere, hadîs-i şerîflere) davet edilmeye ihtiyacı vardır.

Onların İslam’ı dolaylı ifadelerle inkâr etme, Kur’an’a ve Sünnet’e dolambaçlı laflarla karşı çıkma anlamına gelen tutumlardan uzak durmaya çağırılmaları gerekmektedir.

Bunu kim yapacacaktır?..

Diyanet İşleri Başkanlığı mı?..

Diyanet İşleri Başkanlığı herşeyi hutbe konusu yapar, Şeriat hariç..

Herşeyi anlatırlar, fakat hiçbir hutbede şunu söylemezler (ya da söyleyemezler): “Şeriat, İslam demektir. Şeriat’e karşı olmak, İslam nazarında sapıklıktır. Sevmemek, nifaktır. Şeriat’i sevemeyen, isteyemeyen bir kalp ya ölmüştür ya da hastadır. ‘Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, imanlı bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.’ (Ahzab Suresi, 33/36.)”

Şu yaşa geldim, nice hutbe dinledim, henüz Şeriat’in ne olduğunu açıkça dile getiren bir hutbeye rastlamak nasip olmadı..

Diyanet’in durumu bu… Peki ya cemaatler?..

Onların da, “özel” diyanet işleri başkanlıkları olarak üç aşağı beş yukarı aynı yolda yürüdükleri görülüyor.

Bunlar, “sivil” oldukları için, “resmî” Diyanet kadar bile mazur görülemezler.

Bir sürü dergi mergi, ıvır zıvır yayınlarlar, mantıklı mantıksız, önemli önemsiz demeden her meseleyi yayınlarında gündeme getirirler, “dosya” ve “kapak” konusu yaparlar, fakat Şeriat’e bağlılık genelde bir türlü ele alınmaz. Sanki böyle bir sorun varid değildir.

Hatta bazı cemaatlerin açıkça laikliği savunmaya başladıklarına bile şahit olduk.

Evet, rüyada görsek inanmayacağımız şeyleri zaman geliyor fiilen yaşayabiliyoruz. Dünya gözüyle görebiliyoruz.

“Olmaz olmaz deme, ‘olmaz’ olmaz.”

ŞİA’NIN VE KENDİLERİNİ EHL-İ SÜNNET’TEN ZANNEDEN ŞİÎLEŞMİŞ KİŞİLERİN ZAMANIN İMAMI SAFSATASI

Dr. Seyfi Say

 

Bilindiği gibi, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, bunlardan sadece birinin kurtulacağı hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Kurtulacak olanlar Hz. Peygamber s.a.s.’in sünneti ve ashabının yolu üzere olanlardır.

Dalaletteki fırkaların Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ile her meselede ihtilaf halinde olduklarını düşünmemek gerekir. Kimisi kader, kimisi şefaat, kimisi kabir azabı, kimisi Allahu Teala’nın sıfatları, kimisi de imamet/hilafet gibi konularda Ehl-i Sünnet ile ihtilafa düşmüşlerdir.

Bu sapık fırkalardan birisi, İmamiyye Şiası içinde yer alan İsmailiyye’dir.

Şehristanî (ö. 548 h.), el-Milel ve’n-Nihal’de, onlar hakkında şunları söylemektedir:

 

“Onlara göre arz hiçbir zaman zâhir ve belirli veya bâtın ve mestur (örtülü) olan, hayatta olup görevini yerine getiren bir imamdan hali kalmaz…

“Onların mezhebine göre, zamanının imamını bilmeden ölen kimse cahiliyyet üzere ölmüştür. Keza bir imama biat etmeden ölen kimse de yine cahiliyyet üzere ölmüştür.” (Muhammed Abdülkerim eş-Şehristanî, İslam Mezhepleri, çev. Mustafa Öz, İstanbul: Ensar, 2005, s. 192-193.)

 

Abdülkahir el-Bağdadî (ö. 429 h.), el-Fark beyne’l-Fırak adlı eserinde, Batıniyye’den olan İsmailîler’in zamanın sahibi olan imam”a gıyapta biat aldıklarını belirtmektedir. (Abdülkahir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, 4. b., Ankara: TDV Y., 2007, s. 183.)

Muhammed Ebu Zehra, İsmailîler hakkında şu bilgileri veriyor:

 

“… bunlar, imamların gizli-saklı da olabileceğine ve ona itaat etmenin yine vacip olduğuna inanırlar. Yani, bu gizlilik onların imametine engel olmamaktadır….

“Bunlara “Bâtınî” denilmesinin sebeplerinden bir tanesi de, bunların çoğu zamanlarda “İmam gizlidir” demiş olmasıdır….

“İsmailîlerin … görüşleri üç temel üzerinde kurulmuştur….

  1. İlahi feyiz, Allah’ın imamlara lütfettiği marifetin bir parçasıdır.
  2. İmamın açık ve bilinen bir kişi olması gerekmez. Gizli ve örtülü bir kişi de olabilir. Bununla beraber, ona itaat etmek vaciptir….
  3. İmam hiçbir insana karşı sorumlu değildir….” (Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Siyasî, İtikadî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, çev. Sıbğatullah Kaya, İstanbul: Birim Y., 1993, s. 61-62.)

 

Ehl-i Sünnet uleması arasında, Batınîler’in/İsmailîler’in bütün bu konularda haktan sapmış oldukları konusunda ittifak vardır. Öyle ki, sırf bunların imamet anlayışlarının Müslümanlar’ın itikadını bozmakta olduğunu gördükleri için, müteahhirîn uleması konuyu itikad kitaplarına almayı gerekli görmüşlerdir.

Günümüzde bazılarının bir yandan İsmailî/Batınî grupların dalaletten ibaret bu görüşlerini savundukları, diğer yandan da sözde Ehl-i Sünnet’i müdafaa davası güttükleri görülmektedir.

Bunların takiyye mi yaptıkları, veya Ehl-i Sünnet’in imamet/hilafet anlayışı konusunda koyu bir bilgisizlik içinde mi oldukları, ya da tutarlı ve mantıklı düşünmeyi başaramayacak kadar dağınık bir zihne mi sahip bulundukları, yahut hakkı kabul etmeyi gururlarına yediremedikleri için bile bile yanlışta inat mı ettikleri konusunda kesin birşey söylemek zordur. Aslında bu husus önemli de değildir. Açık olan husus, imamet/hilafet konusunda Ehl-i Sünnet akidesini terk etmiş olan bu tür kimselerin Ehl-i Sünnet’i savunma adına ortaya attıkları fikirler konusunda dikkatli olmak gerektiğidir. Çünkü bilerek veya bilmeyerek, dalalet ehli fırkaların görüşlerini Ehl-i Sünnet’e aitmiş gibi gösterebilmektedirler.

İTİKAD ALANINDAKİ MEZHEPÇİLİK YA DA MEZHEP TAKLİTÇİLİĞİNE VE TAASSUBA DAVET, EHL-İ SÜNNET’E GÖRE GÜNAH, MUTEZİLE’YE GÖRE KÜFÜRDÜR (İTİKAD ALANINDA FANATİK MEZHEPÇİLİK YAPAN, SELEFÎLERİ NEYİ SAVUNDUKLARINA BAKMAKSIZIN SIRF MATÜRİDÎ YA DE EŞ’ARÎ OLMADIKLARI İÇİN SUÇLAYANLAR BU TUTUMLARIYLA EHL-İ SÜNNET’İN DIŞINA ÇIKMAKTA, İMAMLARINI MASUM KABUL EDEN ŞİA İLE İTİKATTA BULUŞMAKTADIRLAR)

Merhum Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin (k. s.) Ehl-i Sünnet İ’tikadı adlı eserinden bir alıntı:

.

“Allah (c.c.)’ı ve Allah’ın sıfatlarını bilmek, ilimlerin en yücesi, en büyüğü, en faydalısı, en mükemmeli, en şereflisi, en parlağı, ruha en fazla tesir edenidir…. İşte bunun içindir ki bu ilmi, Peygamber (s.a.v.), ilmin başı olarak vasfetmiştir. Bu ilmi, aklî ve naklî delilleri ile bilemeyen bir kimsenin [başkalarını] taklide başvurmaktan [ve onlara uymaktan] başka çaresi yoktur. Taklid, Mâtüridî mezhebine göre câizdir. [Caiz olmak, farz veya vacip olmak anlamına gelmez.]

“Mutezile ulemasına göre taklid câiz değildir. Hatta Ebu Haşim, taklid edenin kâfir olacağını söylemiştir. Şüphesiz ki doğru olan, bizim mezhebimizin görüşüdür. Bununla beraber taklid yapan kimse günahkârdır. [Bu nedenle, taklid için mutlak olarak caizdir denemez, aklî ve naklî delilleri öğrenme imkânı bulamayan ya da durumu buna müsait olmayanlar için caizdir.]

“Peygamberimiz (s.a.v.)’den şöyle bir hadîs-i şerîfin rivayet olunduğu ileri sürülmüştür: ‘İhtiyarların dinini taklid edin.’ Halbuki bu, hadîs-i şerîf değildir. Süfyân-ı Sevrî’nin sözüdür….” (Çev. A Kabakçı ve F. Günel, 7. b., İstanbul: Bedir Y., 1996, s. 37.)

.

Buradan anlaşılabileceği gibi, İmam Matüridî ile ilişkisi “Ben de Matüridîyim” demekten ibaret kalan, onun neyi savunmuş olduğundan haberleri bile bulunmayan kişilerin “Ben itikadda Matüridîyim” demelerinin bir değeri olamaz. (Taklid konusu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber Şerhi, şerh: Aliyyül Kârî, çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., t. y., s. 384-8.)

MEZHEP TAASSUBUNDAN UZAK OLMAK, İNSANLARA BİR MEZHEBİ BENİMSEME ÖZGÜRLÜĞÜNÜ TANIMAYI, KENDİSİ DIŞINDAKİLERE FARKLI GÖRÜŞLERİ YÜZÜNDEN KİBİRLE TEPEDEN BAKMAMAYI, SAYGILI OLMAYI ÖĞRENMEYİ DE GEREKTİRİR

Dr. Seyfi Say

 

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefîlik konusundaki yaklaşımının, ülkemizdeki bazı sözde Ehl-i Sünnet savunucusu zır cahillerin tutumlarının aksine makul ve dengeli olduğu görülmektedir.

Bunun nedeni, el-Bûtî’nin konuyu bilerek, ilmî usûle bağlı kalarak tartışıyor olmasıdır.

Ülkemizdekilerin ise, istisnalar bir yana bırakılırsa, cehalet ve taassuplarını, riya ve inatçılıklarını Ehl-i Sünnet’i savunma maskesi altında sürdürdükleri görülmektedir.

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik en büyük eleştirisini, usûl-ü fıkıh çerçevesinde normal kabul edilmesi gereken ictihadî ihtilaflara (mezhep farklılıklarına) tahammülsüzlük göstermeleri oluşturmaktadır. Şöyle demektedir:

 

“… Zira bu metotta birçok görüş ve yöntemler mevcuttur. Bazı görüşlerde seleften sadır olan ahkâm ve fer’î hükümler üzerinde ittifak edilmiş, bundan bid’at ehli ve sapkın cahiller yüz çevirmiştir. Diğer farklı bir görüş olarak muhalefet anlamında ele alındığında ise üzerinde âlim ve müçtehitlerin ihtilaf ettiği, farklı değerlendirmelerin bulunduğu, kesinlik ifade etmeyen zanna dayalı görüşlerden müteşekkildir. İçeriğinde zan ve ihtimal bulunan bu metodun usul ve kaidelerindeki ihtilaflar olumlu bir ihtilaf çeşidi olup sahiplerini fısk ve dalalete sürüklemez….

“Selefiyye’nin kendisini tarif ettiği ve muhaliflerini ise dalalet ve fasıklıkla nitelediği görüşlerinin tümü veya bir kısmı incelendiğinde şu kanaate varılacaktır: Bütün bu görüşler ictihadî olup, muhalefet içermektedir….

“Selefiyye’nin perde arkasından kendilerini tek hak ve doğru mezhep olarak ileri sürmelerinin onların bir kuruntusu olduğunu anlamak pek zor değildir….

“Bu geniş kapsamlı tefekkürle izah olunan gerçekler Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin de eserinde beyan edip kabullendiği bir düşüncedir.” (el-Bûtî, Selefiye, İstanbul: Bedir Yayınları, s. 219-220)

 

Buradan anlaşılabileceği gibi, el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik tepkisi, daha çok, ictihad konusu olan bazı mevzularda muhataplarını dalalet ve bid’atçilik ile suçlamalarından, görüş ve mezhep farklılıklarına tahammül edememelerinden kaynaklanıyor.

Ayrıca, bütün Selefîler’in bu hatayı sergilediklerini de iddia etmiyor. “Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin” kendisi gibi düşündüğünü belirtiyor.

Buna bağlı olarak el-Bûtî, Selefî olduklarını söyleyenlerin, görüşlerini terk etmelerini de istemiyor. Şayet bunu yapmış olsaydı, Selefîler’i tenkid ettiği “Farklı ictihatlara tahammülsüzlük” hatasına kendisi de düşmüş olurdu. Şöyle diyor:

 

“Sözün özü, kendi görüş ve içtihatlarıyla ikna olan bu kardeşlerimizin kendi görüşlerini bırakmalarını istemiyoruz. Çünkü buna muktedir de değiliz. Şayet bu içtihatlarını Şeriat’e uygun görerek öne sürmüşlerse, onlar dahi bu görüşleri değiştirme istidadına sahip olamazlar. Aksine bu görüşlerine sadık kalıp müdafaa etmek ve karşıt görüşleri reddetmek zorundadırlar.

“Ancak onlara şunu hatırlatmak istiyorum. İçtihat ettikleri bu görüşlerini hak dinin gerçek tezahürleri olarak öne sürmesinler. Bu görüşlerden yüz çevirenleri de küfür, şirk ve dalaletle itham etmesinler. Çünkü onların bu görüşleri birer içtihat konusu olarak alındığı gibi, Müslümanların bu ve benzeri konularda onları irşad eden içtihatlar yapmalarının da onlar için caiz olduğunu unutmasınlar.” (s. 222-223)

 

Bunlar, dengeli ve makul eleştiriler.. Ancak, Türkiye’de güya Ehl-i Sünnet adına Selefîler’e yöneltilen eleştirilerin, bazen, tam da el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlerde gördüğü hataları içerdiği bilinmektedir.

Bir de, Tayyip Erdoğan gibi, kendi görüşlerini “hak dinin gerçek tezahürleri”, yani İslam’ın ta kendisi olarak gösteren, buna karşılık mezhepleri yerin dibine batıran, insanları bunları terk etmeye çağıran âhir zaman alâmetleri var.

Türkiye’deki sözde Ehl-i Sünnet davası güden tipler ise, el-Bûtî’nin aksine, Selefîleri, Ehl-i Sünnet şemsiyesi altına gelmesi gereken sapıklar olarak nitelendirebilmektedirler. Böylece, el-Bûtî’nin Selefîler’de gördüğü hatayı tersinden üretmekte ve eleştirdikleri Selefîler’den daha kötü bir duruma düşmektedirler. Bunlar her ne kadar Ehl-i Sünnet’i savunma davası güdüyor olsalar da, bu tutumlarıyla gerçekte Ehl-i Sünnet anlayışını terk etmektedirler.

Evet, el-Bûtî’nin Selefîler’e (hepsine değil) yönelttiği eleştirilerin esasını, ictihadî çoğulculuğu kabul etmeyip hakkı kendi tekellerinde görmeleri ve muhataplarını ictihadî hususlarda bile dalâletle suçlayabilmeleri oluşturmaktadır. (Türkiye’de bunu yapanların Selefîler’i aşırı biçimde eleştirenler olduğu görülüyor.) Bu yüzden el-Bûtî, eserinde Selefîlerin müşahhas görüşlerini değerlendirme konusu yapmadığını söylemekte, “… o zaman Selefiyye’nin birçok konuda serdettiği görüşleri kabul etmem ve onların görüşlerini desteklemem söz konusu olacaktı” demektedir (s. 217). Yine, şu ifadeleri de kullanmaktadır:

 

“… Bu kapıları kapatmanın anlamı bu mezhep mensuplarını ikna oldukları mezhebî içtihat ve görüşlerinden vazgeçirmek anlamında değil, bilakis onları şeriatın usûl ve kaidelerine göre doğru içtihatlar yapmaya yönlendirmek içindir. Ben şahsen bu mezhebin ilme ve delillere dayalı birçok görüşünü alıp, sahip çıkıp müdafaa etmişimdir.” (s. 212)

 

Bizdeki fanatikler ise, Selefîlik düşmanlığını neredeyse bir iman esası haline getirmiş durumdalar. Onlar aleyhindeki iftiraları bile hemen sahiplenebilmektedirler. (Bunun son örneği, Mali’deki Selefîler’e yöneltilen ve İHH temsilcilerinin yerinde görerek reddettikleri iftiralar oluşturmaktadır. Fakat bizdeki bazı sözde Ehl-i Sünnet savunucuları bu iftiraları utanmadan tekrar tekrar yazabilmişlerdir.)

EHL-İ SÜNNET’E GÖRE MEZHEP MESELESİ

Dr. Seyfi Say

 

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefiye adlı kitabında genişçe izah ettiği gibi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olmak, yani Resulullah’ın (s.a.s.) sünnetine tâbi olmak ve Ashab-ı Güzîn’in yolundan gitmek; öncelikle usûlüddîne ya da fıkıh usûlüne uymakla ve ictihadî konularda kendi görüşünü ya da tâbi olduğu görüşü (mezhebi) tek hak anlayış olarak görüp diğer ictihad sahiplerini tekfir etmemekle ilgilidir.

İctihadın (ve mezhebin) tek başına delil olmadığını da bilmek gerekmektedir. Gerçekte delil, ictihada (mezhebe) medar olan âyet ve hadîslerdir.

İmam Pezdevî’nin ifade ettiği gibi, “Şeriatın aslı Kitap ve sünnettir. Bu asılda kusur etmek kimseye helâl olmaz.” (M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, çev. O. Keskioğlu, 5. b., Ankara, 2005, s. 266.) Bununla birlikte bir kimse, aynı mezhebden olan bir başka kimseye kendi mezheb imamının görüşünü delil olarak getirebilir, fakat mesela bir Şafiî, Hanefî mezhebinden bir başkasına, “Bu böyle, çünkü İmam Şafiî şöyle demiştir” diyemez. İmam Şafiî’nin dayandığı ayet ve hadîsi göstermek zorundadır.  el-Bûtî’nin ifadesiyle, “Fıkhî fetvalardaki içtihatların kaynağı nasslar ve onların zahirlerinin delâlet ettiği anlamdır.” (Selefiye, İstanbul: Bedir Y., s. 39.)

Bir başka ifadeyle, ictihad (mezheb), bizzat hüccet değildir. Bunu el-Bûtî şöyle açıklamaktadır:

 

“… Eğer selef’in yönelişleri ve içtihatları bizzat hüccet olsaydı, o zamanlar delile ve dayanılacak bir dayanağa ihtiyaç duyulmazdı. Çünkü bizzat kendisi delildir. Dolayısıyla bu birbirinden uzak, hatta birbirine zıt olan görüşlerin hepsinin hak ve doğru olması gerekirdi.” (s. 38)

 

İctihad mertebesine ulaşmış bir âlimin gerekli çabayı gösterdikten sonra yaptığı ictihadın hatalı bile olsa bir sevap kazandırması başka birşey, hatasız (hak) olması başka birşeydir. İctihad mertebesine ulaşmamış bir kimsenin (Mesela Tayyip Erdoğan’ın) nasslara bakıp kendince yeni ictihatlar yapmaya çalışması veya kafadan “Bu bana göre böyle olmalıdır” demesinin ise hiçbir değerinin olmadığı açıktır. el-Bûtî şöyle demektedir:

 

“… Herhangi bir meselede, ‘bu içtihadî bir meseledir’ sözümüzün anlamı, ‘hükmün delilleri şaibe ve ihtimallerden kurtulmuş değildir’ demektir. O amelî ve itikadî meselelerde yaygın olarak vardır.” (s. 77)

 

Bir başka deyişle, içtihatlar (mezhepler) gerçekte, çoğunlukla kesin bilgi oluşturmaz, ancak zan düzeyinde bilgi oluşturur (İçtihadî bir konuda icma/ittifak gerçekleştiğinde onun doğruluğu kesindir). el-Bûtî’nin ifadesiyle, “İçtihat çoğunlukla, sahibini zan derecesinin üstüne çıkarmaz; dolayısıyla müçtehit hataya da düşebilir”. (s. 61)

Ancak, tevatüren bilinen genel inanç esasları, farzların ve hükümlerin apaçık olanları, mesela beş vakit namazın farziyeti, güç yetirenlerin hac yapmalarının gerektiği ve mallarından zekât vermelerinin farz olduğu; faizin, zinanın, katlin, hırsızlığın ve içkinin haram olması gibi hususlar, içtihada konu olmaktan uzaktır. Senedi tevatür derecesine ulaşmayan ve haber-i ahad diye bilinen hadîsler ise,sahih oldukları bilinse bile, kesin bir şekilde şaibe ve ihtimallerden kurtulamamaktadır. O nedenle, bunları dikkate almayanların fasık, asi ya da bid’atçi oldukları söylenebilmekle birlikte, tekfir edilememektedirler (s. 61-63).

el-Bûtî’nin ifadesiyle, “Sahih haberin durumu katîlik ve kesinlik derecesine ulaşmasa da, zannîlik derecesinin en üst düzeyinde bulunmaktadır”. (s. 54)

Zayıf rivayetlere gelince.. el-Bûtî şöyle demektedir:

 

“… Bu da kendi arasında birçok kısma ayrılmaktadır. Bunların hepsi tek bir hükmü içermektedir. O da, akaid ve sülûkî (amelî) konulara taalluk eden hükümlerde zayıf hadîse itibar edilmediğidir. Ancak zayıf hadîsi kıyasa tercih eden bazı kimseler de vardır. Bu da nazarî bir görüştür. Uygulama bunun aksine gerçekleşmektedir…. Fakat  hadîs âlimlerinin çoğuna göre, fazâil ile ilgili amellere giren konularda, çok zayıf olmaması ve râvinin hadîsin sahih olduğuna inanmaması şartı ile zayıf hadîslerle amel etmek caizdir.” (s. 56)

 

Evet, bunlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten olabilmek için dikkate alınması şart olan usûl esaslarıdır.

Görüldüğü gibi, Ehl-i Sünnet (Sünnîlik) yolu, mezhep taassubundan uzaktır. Mezhep taassubuyla güya mücadele adına insanları Sünnîliğe karşı tavır almaya çağıranlar, ya da Sünnîliği sapık mezhepler ile aynı kategoriye koyanlar, gerçekte Sünnîliğe karşı taassup ile yaklaşmakta, dinin usûlünü tahrif etmektedirler.

HEM “ŞEYTAN’IN AVUKATLIĞINA SOYUNAN İBNÜ’L-ARABÎ’NİN” AVUKATLIĞINI YAPMAK, HEM DE EHL-İ SÜNNET’İ SAVUNMAK GİBİ BİRBİRİYLE TELİFİ MÜMKÜN OLMAYAN İKİ ZIDDI BİR ARAYA GETİRMEK, AKILSIZLIK DEĞİLSE NEDİR?

Dr. Seyfi SAY

 

“Şeytan’ın avukatı” deyimi hristiyan Batı dünyasına ait..

Kilise tarafından aziz ilan edilmek istenen veya papalık seçiminde aday olarak yer alan kişilerin “azizliği”ne ya da “papalığı”na muhalefet etmek üzere birisi görevlendiriliyormuş.. Görevlendirilen kişiye “Şeytan’ın avukatı” deniliyormuş..

Yerinde bir benzetme mi?.. Bana göre, değil..

Doğrudan insan ve cin şeytanlarını savunan ve onları mazur göstermeye çalışanları “Şeytan’ın avukatı” olarak adlandırmak daha uygun olabilir.

Mesela, peygamberlere cephe almak ve İblis’i savunmak, Şeytan’ın avukatlığını yapmaktır.

Böylesi bir avukat ne yapar?.. Hakkı batıl, batılı hak göstermeye çalışır, suret-i haktan gelir.. Zehiri bal diye “yutturmaya” çalışır..

Böylesi bir şeytanlık ya da Şeytan’ın avukatlığının özellikle tasavvuf tarihinde pekçok örneği var..

Bunlardan biri, ne yazık ki, birilerinin Şeyh-i Ekber diye yüceltip durdukları İbnü’l-Arabî (Veya onun adına kitaplarına ekleme yapan kişi).. Fûsûsu’l-Hikem’in Yûsuf Fassı’nda şöyle demektedir:

 

“Yûsuf babasına dedi ki: ‘Ben rüyamda on bir yıldızın, güneşin ve ayın bana secde ettiğini görüyorum.’Kardeşlerini yıldızlar, babasını ve halasınıda güneş ve ay sûretinde gördü. Bu, Yûsuf cihetinden böyledir; eğer rüyâda görülenler cihetinden olsaydı, kardeşlerinin yıldızlar, babasının ve halasının da güneş ve ay sûretinde zuhûru onların kendilerinin murâdı olurdu. Halbuki, Yûsuf’ın gördüğü rüyâ hakkında onların bilgisi yoktu. O halde idrâk Yûsuf tarafından kendi hayâl hazînesinde gerçekleşmiştir. Yâkup da oğlu bu kıssayı/rüyâyı kendisine anlattığında bu durumu fark etmiş ve şöyle demiştir: ‘Ey oğul! Rüyânı kardeşlerine anlatma; aksi halde sana bir tuzak kurarlar, hîle yaparlar.’Sonra oğullarını bu hîleden tezkiye etti ve onu şeytana isnat etti. Halbuki bu söz hîlenin ta kendisidir.” (Dilaver Gürer, “Hz. Yûsuf’un Gördüğü Rüyanın Fûsûsu’l-Hikem’deki Yorumu”, Tasavvuf, Yıl: 9, Sayı: 21 (2008), s. 42.)

 

Böylece adam, Hz. Yakub’a (a. s.) karşı Şeytan’ın avukatlığını yapıyor.

Ehl-i Sünnet itikadına göre, peygamberler masumdur. Onların “ismet” sıfatı mevcuttur. Onlar, bu şekilde hile ya da sahtekârlık yapmaktan, iftirada bulunmaktan uzaktır.

Ancak, zamanımızın yolunu şaşırmış mutasavvıflarına göre, asıl İbnü’l-Arabî masumdur, onun böylesi ifadelerini, mutlaka bir kulp takıp aklamak gerekir. Böylece, Şeytan’ın avukatının avukatı haline gelmiş olmaktadırlar.

Bunların sayısı hiç de az değil..

Ulema (Ebussuud Efendi, Allame Taftazanî, Âliyyü’l-Kârî, İbrahim Halebî, İbn Haldun, Ömer Nasuhi Bilmen, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi…), İbnü’l-Arabî’nin bu tür ifadelerinin apaçık küfür olduğunu, şayet bu tür ifadeleri kendisi yazıp da tevbe etmemişse küfründe şüphe bulunmadığını, eğer bunlar başkaları tarafından eklenmiş ifadelerse, bu takdirde İbnü’l-Arabî kendisini kurtarsa bile, bu kitapları revaçta tutmaya çalışanların vebal altında olduklarını sürekli dile getirmişler, kitaplarının çoğaltılmasını caiz görmemişlerdir.

Necip Fazıl’ın İbn Teymiyye için kullandığı “ilmi aklından fazla” değerlendirmesini hak eden bazıları da, İbnü’l-Arabî’nin bazı sözlerinin açık ve anlaşılır, bazılarının ise ehli tarafından anlaşılacak mahiyette olduğunu söylemişler, adamın sözlerini sanki vahiymiş gibi “muhkem-müteşabih” benzeri bir ayrıma tabi tutarak akıl bakımından pek parlak bir durumda olmadıklarını göstermişlerdir.

Üçüncü bir grup da, “Ehli tarafından anlaşılır, bu lafları kurcalamayın” bile demeye gerek duymadan, onlarda “hikmet” aramışlardır. (Aslında bu “Ehli anlar” lafı son tahlilde doğrudur. Ehli, küfür olduğunu anlar.)

Yani düşünün, adam, Hz. Yakub’u hilekârlıkla suçluyor, Allahu Teala’yı da bu hilenin nakledicisi olarak takdim ediyor.

Bu, Şeytan’ın avukatlığı değilse, nedir?!..

Evet, peygamberlerin de ictihatlarında hata etmeleri mümkündür (Bu hata, günah değildir), fakat, ulemadan farklı olarak peygamberlerin içtihatları mutlaka vahiyle düzeltilir.

Hilekâr ve iftiracı bir insan ise asla peygamber olamaz..

Aynı şahsın kitaplarında, Firavun’un avukatlığının da yapıldığı biliniyor..

Bazı sapık tasavvufçular ise, zannediyorlar ki, İbnü’l-Arabî’nin kitaplarında yer alan bu tür küfür sözleri tenkid ederlerse Şeyh-i Ekber diye adlandırdıkları şahıs tarafından “çarpılırlar”, fakat onun kitaplarındaki böylesi sözleri tasdik etmelerinin ve bunlara tepki göstermemelerinin itikadî bakımdan gerçek çarpılma olduğunu anlayamıyorlar.

Evet, zahiren küfür olan sözleri söyleyenleri tekfir etmede acele etmemek gerekir.. Bazı durumlarda bilgisizlik mazeret kabul edilebilir, bazen de tevil yolu aramak uygun düşebilir.. Ancak, zarurat-ı diniyyeden olan bir hususta tevil düşünülemez. Peygamberlere iman konusu böyledir.

Bir peygambere hilekârlık ve iftiracılık isnadında bulunmanın mazur görülebilecek bir tarafı yoktur.

“Bu ifadeler elbette yanlıştır, fakat sonradan Yahudiler vs. tarafından ilave edilmiş olabilir, o nedenle İbnü’l-Arabî’nin şahsı hakkında hüküm vermeyelim, fakat kitaplarının bu şekilde revaçta tutulmaya çalışılması caiz değildir” demek başka birşey, adamı Şeyh-i Ekber ilan etmek ve kitaplarındaki her zırvada bir hikmet aramak başka birşeydir.

AMELÎ MEZHEPLERİ TAKLİD İLE İTİKADÎ MEZHEPLERİ TAKLİD ARASINDAKİ ÖNEMLİ FARK

Dr. Seyfi Say

 

İslamî terminolojide “taklid”, Said Ramazan el-Bûtî’nin ifadesiyle, şu anlama gelmektedir:“Taklid, bir insanın sözüne, bu sözün doğruluğu hakkındaki delili bilmeksizin uymaktır.” (Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir, çev. Süleyman Çelik, İstanbul: Bedir Y., 2011, s. 106.)
Yine el-Bûtî’nin ifadesiyle, bir kimse ya delilleri bilir ve bu delillerden hüküm çıkarma yollarından haberdardır ve müctehid diye adlandırılır, ya da, taklid ehli (mukallid) olur, herhangi bir müctehidi taklid eder. Bir başka deyişle, müctehidin (kurmuş olduğu) mezhebine (açmış olduğu yola) tâbi olur. (A.y.)
Bir kimse için ictihad mümkün değilse, yani müctehid olmanın şartlarını taşımıyorsa, onun için taklid caizdir, hatta yerine göre şarttır/vaciptir.
Ancak, bu caiz oluş, amelî mezhepler için söz konusudur, itikadî mezhepler söz konusu olduğunda durum değişmektedir.
el-Bûtî, konuyu şöyle açıklamaktadır:

.
“Şunu bilmekte yarar var ki, bizim bu konudaki sözümüz [taklidin meşruiyeti ve şart oluşu] fer’î hükümlerle [amelî konularla] alâkalıdır. Dinin asıl ve esasıyla alâkalı itikadî hususlarda ise taklid caiz olmayıp bu hususta remâ vardır [Burada remâ kelimesinin dizgi hatası olarak yer aldığı anlaşılmaktadır. Doğrusu icmâdır. Yani ulemanın ittifakı.] Bu ikisi arasında fark vardır. Şöyle ki itikadî hususlarda zannın yeri yoktur, bu hususlarda kat’ıyyet ve yakîn [kesin bilgiye dayanan inanç] gereklidir…. (Doğru ve kesin bir inanç ve kanaate, yani) yakîne ulaşabilmek ancak aklı kullanmak ve tek başına düşünüp araştırma yapmakla mümkündür. [Yani halka sözde dinin temel doğrularını öğretmeye çalışan birtakım cahillerin “Dinî konularda akla güvenilmez” vs. şeklindeki zırvalarının bir önemi yoktur. Özellikle itikadî konularda herkes aklını kullanmak zorundadır. Hem de, tek başına.. Mesela İmam Gazzalî şöyle der: “Akıl deliline hiçbir şekilde muhalefet mümkün değildir.” (Mustasfâ – İslâm Hukuk Metodolojisi, C. 2, çev. Yunus Apaydın, İstanbul: Klasik Y., 2006, s. 37.)]
“Fer’î hükümlere gelince, Allah Teâlâ bu konuda bizlerin zanla [yakînsiz, yani kesin bilgiye dayanan kanaat mevcut olmaksızın] yaptığımız amellerini makbul, yani müctehidin ve araştırıcının zannını [daha açık bir ifadeyle İmam-ı Azam gibi mezhep imamlarının kanaatlerini, ictihad mertebesine ulaşmamış bizler için], gereğiyle amel edilmesi gereken şer’î bir amel saymıştır….” (Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir, s. 107, n. 1.)

.
Doğal olarak, el-Bûtî’nin ifade ettiği bu gerçeğe itiraz edenler de var. El-Bûtî şöyle diyor: “Fakat Şeyh Nâsır [Selefî akımdan Nasıruddin el-Elbânî], Sayın Mahmud Mehdî ve Hayruddin Vanlı ile telifine iştirak ettiği kitabında, benim akide ile şer’i meseleleri, taklid yönünden birbirinden ayrı tutmakla hatalı olduğumu … ifade ediyor.” (A.g.e., s. 169.)

.
el-Bûtî, el-Elbânî’ye cevap sadedinde delillerini sıraladıktan sonra şöyle diyor:

.
“Hâl böyle olunca, Allah Teâlâ’nın bizi kesin bir temele dayandırmakla yükümlü tuttuğu itikadî hususlarda taklidin caiz olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü taklid, ictihada güç yetirilememesi halinde söz konusu olur. İctihad da ancak, âyan beyan bilindiği gibi, zanna dayalı hususlarda caizdir. Allah Teâlâ’nın bizleri kesin kanaat sahibi olmakla mükellef tuttuğu dinin (itikadî) esaslarında, yukarıda da açıkladığımız gibi, zanna dayalı herhangi bir şey bulunmadığından ictihad yapılamaz; nerde kaldı ki taklid yapılsın.
“ ‘Bir kimse itikadî esaslarla ilgili delilleri anlamayabilir, bu durumda taklide başvurması şarttır. Çünkü bu, kendisinden ictihad meydanına, yani bir sonuç almak için zannî deliller arasında muhakeme ve mukayese yapma meydanına dalmasının istenilmesi hâlinde doğru olur’ diye bir şey söylenemez; aksine burada istenilen şey, bir kimsenin kat’î ve zarûrî delillerden, yani hem kendisinin, hem de idrak edilebilir şeylerle mükellef diğer aklı başında kimselerin iştirak ettiği bedihî delillerden haberdar olmasıdır.
“Bu yüzden âlimler demişlerdir ki: ‘… İtikadî esaslarda taklitçi durumda olan bir kimse hakkında söylenebilecek en ehven söz, “günahkârdır” ifadesidir.’.” (A.g.e., s. 172.)