GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (1) / DR. SEYFİ SAY

*

28-subat-tank-sincanimages

*

İÇİNDEN TANK GEÇEN AY

*

Her şey, 1995 yılı sonunda başlamıştı..

24 Aralık 1995 günü yapılan genel seçimlerde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi beklenmeyen bir başarı göstermiş, birinci parti olmuştu. O sıralarda ilginç bir rüya görmüş fakat hiçbir anlam verememiştim. Rüyamda bir binanın birinci katından dışarıya bakıyorum. Aşağıda üst rütbeli üniformalı bir subayın, Erbakan’ın ve siyah çarşaflı bir kadının bulunduğunu görüyorum. Erbakan, şaşırmış, afallamış, ne yapacağını bilemez bir halde ayakta duruyor. (O sıralarda rüyamı anlattığım Boğaziçi mezunu arkadaşım Ahmet Pılığ’a, Erbakan’ın durumunu tasvir için “upset” kelimesini kullandığımı hatırlıyorum.) Çarşaflı kadın ise yerde baygın yatıyor. Sonra dikkatim, içinde bulunduğum odanın kapısına yöneliyor. Kapıdan, elindeki tabanca bana doğrultulmuş bulunan sivil biri, beni vurmak amacıyla giriyor. Kendimi korumak için tabancalı kişinin üzerine koşuyorum, hedef olmamak için de zikzak çiziyorum. Fakat, söz konusu şahıs tabancasını ateşliyor. Kolumdan vurulduğumu anlıyorum, çünkü acı duyuyorum. Koluma baktığımda, kurşunun kolumu sıyırıp geçtiğini anlıyorum, fakat hiçbir yara izi göremiyorum. Ancak, kolumdaki acı, olduğu gibi devam ediyor. Bunun ardından, kendimi açık bir meydanda buluyorum. Tansu Çiller’in, üzerinde, arka kısmı olmayan bir mini etek bulunduğu halde, bir metre yüksekliğindeki bir sahne üstünde bir mitingdeymişcesine küçük bir kalabalığın karşısına çıktığını gözlemliyorum. Bunun ardından, kendimi, ayaklarımda yarım metre uzunluğundaki, Mevlana’dan kalmış olduğunu bildiğim ayakkabılar olduğu halde, çamurlu bir yolda, tek başıma yürürken görüyorum.

Doğal olarak, o sıralarda bu rüyaya hiçbir anlam verememiştim. Fakat aradan bir buçuk yıl geçmeden, işaret ettiği durumların yaşanmaya başladığını fark etmiştim. 28 Şubat 1997 günü Erbakan, gerçekten de ne yapacağını bilemez, şaşkın bir hâle gelmişti, “upset” haldeydi. Dört ay sonra, Haziran sonunda ise, elinden başbakanlık koltuğunu da almışlardı. Fakat “avcılar”, bununla yetinmemeye kararlıydılar; durmayıp partisini de kapatmışlardı. Her ne kadar yerine Fazilet Partisi kurulmuş idiyse de, Erbakan artık siyasî yasaklı durumundaydı. Avcıların gazabı, bununla da dinmemişti, sadece Erbakan’ı değil, partisini de bütünüyle bitirmeye kararlıydılar, bu yüzden, Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi için de, onun devamı olduğu gerekçesiyle kapatılma davası açıldı ve bu yeni parti de, tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Partinin milletvekilleri ve kadroları, “Millî Görüş” gömleğini çıkarmış halde, yeni bir parti kurmak üzere Erbakan’ı terk ettiler. Ancak avcıların öfkesini bu da dindirmeye yetmemişti, ona son darbeyi, “kayıp trilyon” davası ile vurdular.

Böylece Erbakan’ın, sadece koltuğunu ve partisini değil, itibarını da paramparça etmiş oluyorlardı.

Erbakan’ı terk edip yeni bir parti kuranlar, sadece eski liderlerini, öteden beri içinde yer aldıkları siyasal oluşumu ve teşkilatlarını terk etmiyorlardı, aynı zamanda, dava”larından da vazgeçiyorlardı. Bölünmenin başını çeken Recep Tayyip Erdoğan, açıkça, “Millî Görüş gömleğini çıkarttığını” söyleyecekti. Onun yeni davası, daha sonraki yıllarda AKP teorisyenlerinin içini doldurmaya çalışacakları “muhafazakâr demokrasi” ideolojisiolmuştu. Erdoğan, bir yandan da ABD, AB ve dünya genelindeki yahudi örgütleri ile iyi ilişkiler kurma arayışı içindeydi. Bunun semeresini, yahudilerden “madalya”, ve Batılılar’dan övgü ve destek alarak toplayacaktı. Tayyip, artık o eski Tayyip değildi, Millî Görüş gömleğini çıkartmış olmasının bir sonucu olarak, “din (İslam) devleti”ne ve “din milliyetçiliği”ne karşı olduğunu söyleyen, geçmişte “din istismarı” yaptıklarını “itiraf” eden, laikliği savunan, yeri geldikçe Mustafa Kemal’i hayırla yâd eden bir Tayyip vardı artık. Erdoğan, bir “siyasal itirafçı”ydı, fakat, içinden geldiği camianın siyasal itirafçılığa ve ideolojik “dönekliğe” yatkın isimleri ile pragmatik, oportünist ve konformist kesimlerinin desteği ona tek başına yetmezdi, bu yüzden, halk kitlelerinin desteğini almasını sağlayacak Demirelvari bir “resmî” dindarlık gösterisini de hiçbir zaman bırakmayacaktı. Sadece kendisinin dönmesi ya da dönüşmesi ile yetinmeyecek, Millî Görüşçü büyük bir kitleyi de döndürecek ya da dönüştürecekti. Hangisi gerçek anlamda din istismarıydı, Erbakan’ın yanındayken yaptığı çalışmalar mı, yoksa, kişisel amaçlarına ulaşmak için, uluslararası çevrelerin ve “derin devlet”in desteğini sağlayacak şekilde Millî Görüşçü (Şeriatçı) bir topluluğu dönüştürmek üzere “laikliğin onayından geçmiş Demirelvari dindarlık gösterileri” yapması mı, işte bu soruyu hiçbir zaman gündemine almayacaktı.

Evet, “dava adamı” Erbakan’a en büyük darbeyi siyasî rakipleri değil, yanında yetişen kendi adamı, “siyasal itirafçı” Recep Tayyip Erdoğan vurmuştu. Erbakan, bir daha kendisine gelemeyecek şekilde şaşkın, ne yapacağını bilmez, “upset” bir halde ömrünü tamamlayacak, buna karşılık Erdoğan, “siyasal eyyamcılığı”nın veya “siyasal konformizm”i ile “siyasal fırsatçılığı”nın bir sonucu olarak, kişisel siyasal hedefleri için “dava” vs. tanımayacak, Millî Görüş gömleğini parça parça edip yırtıp atacaktı. Ortada, sadece eski liderini değil, aynı zamanda davasını da terk eden, geçmişini “din istismarı” olarak nitelendirip mahkum eden bir “laik demokrasi tövbekârı” vardı.

Rüyamdaki çarşaflı kadının sembolize ettiği kesimler ise, Erbakan gibi “upset” olmakla da kalmamış, rüyamdaki gibi “baygın” düşmüşlerdi. Başörtüsü yasağı adeta anayasa ve kanun üstü bir ilkeye dönüştürülmüştü. Kur’an kurslarına başlama yaşı 15’e çıkarılmış, bu kurumların köküne kibrit suyu dökülmüştü. İmam hatip liselerinin orta kısmı yok edilmiş, “katsayı” dalaveresiyle o okulların öğrencilerinin istikbal umutları ortadan kaldırılmıştı. Çünkü imam hatip liseleri ve Kur’an kursları, Millî Görüş hareketinin arka bahçesi durumundaydı, ve Erbakan’ın kullandığı “kuş dili” çerçevesinde Millî Görüş, İslam (Şeriat düzeni) demek oluyordu. Ancak, sonraki yıllarda, Millî Görüşçü kitle, Erbakan’ın değil, Erdoğan’ın yanında yer alarak fiilen “Millî Görüş gömleğini” çıkarıp “muhafazakâr demokrasi” şapkasını giyince, imam hatip liseleri vs. için getirilen yasaklar tedrîcen ortadan kaldırılacaktı. Çünkü, artık imam hatip liseleri Millî Görüş’ün değil, “muhafazakâr demokrasi”nin, resmî ideolojinin himayeye mazhar kollarından birinin arka bahçesi haline gelmiş oluyordu.“Millî Görüş (Şeriatçılık) gömleğinin” yerini “resmî ideolojinin şapkalarından biri” almış ve böylece, Atatürk devrimi, 1970’lerden itibaren kendisine meydan okumaya başlamış olan ve “irtica” olarak adlandırılan bir tehdide karşı zafer kazanmış bulunuyordu. Erdoğan’ın iktidarıyla birlikte Türkiye’deki “irtica” tehdidi de son bulmuş, “devlet ile millet buluşmuştu”. Bu, devletin resmî ideolojisinin milletin zihniyet dünyasını teslim alması, ona, kendisini avutması için “siyasal ve ideolojik referans olma”nın dışındaki küçük bir alanı lütuf kabilinden bahşetmesi anlamına geliyordu.

O çalkantılı günlerde, 28 Şubat Süreci’nin hükümferma olduğu sıralarda ben de, her ne kadar iz bırakan ya da görünen bir yara almadıysam da, bir yaranın yol açabileceği acıları, çok boyutlu olarak yaşamak zorunda kalmıştım. O yıllarda İslâmİlim ve SanatKadın ve Aile ile Panzehir dergilerini yayınlayan Vefa Yayıncılık’ta, bu dergilerin genel yayın yönetmeni sıfatı ile çalışmaktaydım. 28 Şubat 1997 günü ortaya çıkan siyasî durum sonucu, toplum genelinde bir panik hâli söz konusuydu. Korku dağları tutmuştu. Zaten, 28 Şubat’ta bir nevi piyade yürüyüşü yapanlar, daha önce topçu ateşi sayılabilecek medya saldırısıyla karşılarındaki kitlenin maneviyatını ve direncini hallaç pamuğu gibi atmışlar, araziyi işgale hazır hâle getirmişlerdi. 28 Şubat 1997’den iki ay önce, 28 Aralık 1996 günü, Aczmendi tarikatı şeyhi olduğunu söyleyen Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin, Kadıköy’deki bir evde uygunsuz bir vaziyette basılmışlardı. Bu olay üzerine medyada öyle bir fırtına koparılmıştı ki, neredeyse sakallılar sakalından, başörtülüler de başörtüsünden utanır hâle gelmişlerdi.

Ancak, 28 Aralık 1996’da yaşanan olayın böylesine büyük bir etkiye yol açmasının nedeni, daha önce yıllarca bunun altyapısının ince bir işçilikle hazırlanmış olmasıydı. Müslüm Gündüz şayet hiç tanınıp bilinmeyen bir insan olsaydı, onun bu şekilde basılmasının herhangi bir haber değeri de bulunmayacaktı. İnsanların gündemini de belki sadece bir gün meşgul edecek, ertesi gün hem ismi hem de cismi unutulup gidecekti. Oysa Müslüm Gündüz, önceki yıllarda televizyon ekranlarına sıkça çıkartılıp tartışmalarda taraf olarak “pazarlanmış”, Aczmendi olduklarını söyleyenlerin toplu gösteri ve seyahatleri medyada sürekli gündemde tutulmuştu. Bunlar, dikkat çekmek için gereken bütün aksesuarları eksiksiz taşıyorlardı; siyah sarıkları, dağınık sakalları, uzun saçları, uzun siyah cübbeleri ve ellerindeki âsâlar ile bulundukları heryerde dikkatleri üzerlerinde topladıkları gibi, medyada da sürekli haber konusu oluyorlardı. Müslüm Gündüz’ün bizzat kendisinin kıyafeti, renk konusundaki özel duyarlılığı ve elindeki tuhaf âsâ da, onun bembeyaz dişler arasındaki tek siyah çürük diş gibi heryerde hemen göze batmasını sağlıyordu.

O sıralarda çalışma arkadaşlarıma, Müslüm Gündüz’ün bir “özel imalat” olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Bununla birlikte, benim değerlendirmelerim çevremdekilere o zaman pek fazla inandırıcı gelmiyordu. Çünkü toplumdaki genel eğilim farklıydı, birçokları onlara hayranlık duyuyorlardı. Onlara destek verenlerin başında da, adı bazen Vakit, bazen Akitolan gazete geliyordu. “Entel” geçinenlerin durumu da pek farklı değildi. O kadar ki, mesai arkadaşım Bahadır Celepoğlu, Marmara FM’den İshak Aslan’ın İsmet Özel’le yaptığı kişisel sohbetlerinde bu konuyla ilgili olarak söylenenleri bana aktardığında, Özel’in Türkiye’deki tavizsiz gerçek müslümanlar olarak Aczmendiler’i gördüğünü öğrenecektim. Bana göre ise, Aczmendiler, her şeyden önce ne yaptıklarını bilmeyen bir güruh durumundaydı. Nurculuk’tan bir tarikat üretmeleri ise tam bir hokkabazlık ve sahtekârlıktı. O gün için, Müslüm Gündüz’ün sadece, insanların saflığından istifade eden bir istismarcı olduğunu, onu meydana süren “derin”lerin de salt mevcut potansiyeli yanlış mecralarda zâyi etmeyi hedeflediklerini düşünüyordum.

Ancak olay, müslümanlardaki potansiyelin sahte bir mecrada heder edilmesinden çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bunu fark edebilmeyi ancak 28 Aralık 1996 günü yaşanan basılma hadisesinden sonra başarabilmiştim. Gerçekte Aczmendiler, İslâmî (ya da İslâmcı) kesime karşı yürütülen acımasız bir psikolojik savaşın ya da saldırının bir silahı olarak, uzun bir hazırlık süreci sonunda üretilmişti. Çünkü Türkiye’deki İslâmî oluşumlar, son tahlilde dört ayrı ana gruba ayrılıyorlardı: Erbakancılar, Nurcular, Tarikatçılar ve Radikaller. Belki buna beşinci olarak BBP de dahil edilebilirdi. Müslüm Gündüz, hem Nurcu, hem tarikatçı, hem de radikal olduğunu ileri sürmek ya da göstermekle, o sıralarda, neredeyse bütün bir İslâmî kesimin prototipi haline gelmişti. Öyle ki, hem Nurcular’ı, hem tarikatçıları, hem de radikalleri temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıkabiliyordu. Bu yüzden, onun 28 Aralık 1996 günü Fadime Şahin ile basılması, kendisinin şahsında bütün bir İslâmî kitlenin imajının yerle bir olmasına yol açmıştı. Oysa bundan yıllar sonra, ondan daha zekî, eğitimli ve kültürlü olan Hüseyin Üzmez’in benzer bir olay yüzünden tutuklanması, sadece yazılarını yayınlattığı Vakit (ya da Akit) Gazetesi için imaj sorununa neden olmuştu.

Şimdi geçmişe dönüp düşündüğümde, 28 Şubat Süreci öncesinde, 1996 yılında, tuhaf ve şüphe celbeden bir genç kızın beni telefonla aramış olması bana farklı şeyler düşündürüyor. Benden, Hakyol Vakfı bursiyeri olan kız öğrencilerin ikâmet ettikleri öğrenci evlerinde kalması için aracılık yapmamı istemiş bulunuyordu. Oysa, beni tanımadığına göre, doğrudan Hakyol Vakfı’na başvurması daha uygun olurdu. Üstelik ben, dergilerin genel yayın yönetmeni olmakla birlikte, yazılarımı gerçek adımla yayınlamadığım için, okurlar nezdinde tanınan biri değildim; 1992’den dergilerin kapandığı 1999’a kadar sadece bir kez kendi adımı kullanmıştım. O yüzden, özel olarak beni araması anlamsızdı. Bu genç kıza şahsıyla ilgili herhangi bir şey sorma ihtiyacını duymadığım için, ne ismini ne de hangi işle meşgul olduğunu öğrenebilmiştim. Öyle sanıyorum ki o zaman, onun bir üniversite öğrencisi olduğunu düşünmüştüm. Neden böyle bir evde kalmak istediğini sorduğumda, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin İskenderpaşa Camii’nde pazar günleri ikindi namazının akabinde yapılan hadîs derslerine (daha doğrusu vaazlarına) katılmak istediğini, anne ve babasının buna izin vermediğini söylemişti. Ona, “söz konusu derslere katılmasının farz olmadığını, ama anne ve babasına itaat etmesinin farz olduğunu” söylediğimi hatırlıyorum. Fakat, karşımdaki genç kız, ısrarından bir türlü vazgeçmiyordu. Ona ayrıca, anne ve babasının, radyo dinlemesine engel olup olmadığını da sormuştum. Olmadıklarını söylemişti. O halde, Akra FMadlı radyo kanalından söz konusu dersleri takip edebilirdi, ona bunu söylemiştim. Bu bile, onun ikna olmasına yetmemişti, caminin feyzinden vs. bahsediyordu. Epeyce uzun süren bir konuşmadan sonra bu genç kızı başımdan güçlükle savdığımda, onun psikolojik sorunları olan dengesiz biri olduğu kanaatine varmış bulunuyordum. Ancak, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin meselesi ülke gündemine girdikten sonra, söz konusu genç kız bana başka şeyleri de çağrıştırmaya başlamıştı. Amaç herhalde söz konusu genç kızın bir öğrenci evinde kalması değildi, “benim vasıtamla” kalmasıydı. Sırf Esad Coşan’ın bir saatlik vaazını “canlı” olarak camide dinleyebilmek için anne ve babasını sözde terk etmek isteyen bir genç kızın, 28 Şubat Süreci’nin toz duman içindeki günlerinde, “Bir cemaatin dergilerinin başındaki isim tarafından ayartılan ve anne babasından kopartılan aldatılmış bir genç kız” olarak gözyaşları içinde medyada arz-ı endam etmeyeceğini hiç kimse garanti edemezdi.

O sıralarda 28 Şubat’ın vicdansız ve hunhar güçlerinin, araziyi “piyade”nin işgaline hazır hâle getirmek için yaptıkları medyatik “topa tutma” faaliyetleri bu tür tezgâhlarla da sınırlı kalmamıştı. Ellerinde kasetleri mevcut bulunan kişileri önce televizyonlardaki tartışma programlarına ve anahaber sunumlarına çıkarıp, herkes tarafından tanınır ve bilinir hâle getiriyorlardı. Mesela Şevki Yılmaz ve Hasan Hüseyin Ceylan bunlardandı. Bu tür kişileri önce medyada meşhur etmiş, böylece onların şahıslarını Refah Partisi’nin doğal temsilci ve sözcüleri olarak kabul ettirmişlerdi. Daha sonra da bunların kasetlerini “patlatmış”, hatta “kliplerini” yapmışlar, ayrıca birtakım ilgisiz yerlerde söyledikleri sözleri bile, Refah Partisi’nin davasında kapatılma gerekçesi olarak kullanmışlardı. Şayet söz konusu şahıslar önce bu şekilde medya projesiyle meşhur edilmemiş olsalardı, onların sözlerinin bir parti kapatma davasına konu yapılması gülünç bile karşılanabilirdi. Ancak o sıralarda bahis mevzuu şahıslar, kullanıldıklarını ve tuzağa çekildiklerini düşünmek yerine, muhtemelen kerameti kendilerinin hazırcevaplık, bilgi, malumat ve kişisel karizmalarına bağlıyorlardı.

Evet, 28 Şubat 1997 günü Türkiye’de korku dağları tutmuştu. Bu korku havasını dağıtmak için olsa gerek, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaİslâm Dergisinin Mart 1997 tarihli sayısı için kaleme aldığı başyazısında oldukça sert tepki göstermiş, 28 Şubat olayının arkasında İsrail’in bulunduğunu açıkça yazmıştı. O ay başyazının geciktiğini, ayın hemen başında çıkması gereken derginin başyazısının 5 Mart günü veya daha sonra geldiğini hatırlıyorum. “Yayıncı’dan” imzasıyla daha önce kaleme almış bulunduğum editör sunumunda ben de benzer bir üslup ve içeriğe yer vermiş bulunuyordum. Bunun yanı sıra, M. Es’ad Coşan Hoca’nın son aylardaki gelişmelere ilişkin sert bir konuşmasının kaset çözümüne de sayfalarda yer ayırmıştım. Ayrıca resim olarak, Es’ad Coşan Hoca’yı elinde pompalı tüfek olduğu halde beyaz cübbe ve sarıkla gösteren bir fotoğrafa yer vermiştim. Genel Müdür K. Y. A. bundan hoşlanmamıştı, fakat gelen başyazı üzerine çıkarılması yönünde bir tavır da koy(a)mamıştı. Ancak, benim bu kaset çözümü için belirlediğim yazı başlığını, sert bulduğu için değiştirmiş bulunuyordu. Bundan benim haberim yoktu, değişikliği dergi basılmış halde elime gelince fark etmiştim.

Ancak, RadikalGazetesi’nin 21 Mart 1997 tarihli sayısında yer alan ve İslâm Dergisi’ni konu edinen bir haber, dergimizde, bu değişikliğin de ötesinde bazı “dolaplar” döndüğünü anlamamı sağlamıştı. Çünkü gazetedeki haberde, derginin basılmış halindeki söz konusu yazı başlığı değil, benim belirlediğim ve baskıya girmeyen başlık aktarılıyordu. Doğal olarak, o günlerde kendi aramızda, muhbirin kim olabileceği konusunda konuşmaya başlamış bulunuyorduk. Tam o sıralarda, dergilerin getir götür işlerini yapan Karslı bir genç eleman, şüphe celbedici hareketler sergilemeye, kapı arkasından bizi dinlemeye, temizlik yapma bahanesiyle odamıza dalıp konuşulanlara kulak kabartmaya başlamıştı. Böylece, kendisini “doğal şüpheli” ya da “bir numaralı zanlı” haline getirmeyi başarmış, onun “Kör parmağım gözüne” kıvamındaki abartılı davranışları yüzünden herkes onun muhbir olduğuna inanmaya başlamıştı. Onun gerçekte bu konuda bir yem işlevi gördüğünü, dizgi servisinde çalışan asıl muhbirin deşifre olmasını engellemek isteyen malum odak tarafından, şüpheleri üzerine çekmesi için bu şekilde davranmakla, gölgeleme yapmakla görevlendirildiğini çok sonra anlayacaktım. Derin odakların işbirlikçisi olduğu sonraki yıllarda ayan beyan ortaya çıkacak olan bir tip de, ısrarla, onun şüphe celbeden hareketlerine dikkat çekecek, K.Y.A. ve İ.B. gibi isimleri herkesi ajan ilan etmekle suçlayıp duruyorken, birden bire hafiye avcısı rolüne soyunacaktı.

Demek oluyordu ki, malum odaklar, dergimizin basılmasını bile beklemiyorlar, dergi büromuzdaki taslak sayfaları, bilgisayar çıkışlarını bile tâkip ediyorlardı. Benzer odakların telefonlarımızı dinlediğini de biliyordum. Mesela, sinema yazıları kaleme alan bir arkadaşla telefonda konuşurken ona, o yılların çok konuşulan filmlerinden olan Eşkıya için, “Bu tür filmlerle eşkıyayı mitleştiriyorlar (efsaneleştiriyorlar)” dediğimde, telefondaki üçüncü bir kişi konuşmamıza müdahil olmuş bulunuyordu. Bunun lüzumsuz bir alınganlık olmadığını anlamam için Susurluk ve Ergenekon dosyalarının açılmasını ve Mehmet Eymür’ün atin.org sitesine bakmam gerekeceğini o zamanlar bilemezdim.

Radikal Gazetesi’nin bize olan ilgisi söz konusu haberle de sınırlı değildi. Derginin söz konusu Mart sayısının çıkmasının ardından, Avni Özgürel’in yardımcısı olduğunu söyleyen biri telefonla arayarak, başyazının ne anlama geldiğini sormuş bulunuyordu. Ona, başyazının anlamının açık olduğunu söylemiştim. Sorularından, yazıda geçtiği gibi bir mücadele kararlılığı içinde olup olmadığımızı öğrenmek istediği anlaşılıyordu. Saldırıya uğrayan herkesin kendisini savunmasının doğal bir hak olduğunu belirtmiştim. “Birisi bahçe duvarınızı aşıp da size saldırırsa, ona ‘Lütfen yapmayın’ demekle yetinmezsiniz; saldırganın kendisini savunan kişiye ‘Nazik ve kibar ol’ deme hakkı da olamaz” demiştim.

Ancak, benim bu tavrım, yakamı bugün bile hâlâ ellerinden kurtaramadığım birtakım odaklar tarafından “ödüllendirilmek” istenmeme yol açacaktı. Bu yüzden, 1997 yılı Mayıs ayı ortalarında, Beşiktaş’taki Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcılarından Enver Çoban tarafından ifade vermeye davet edilmiştim. Sonraki yıllarda Ergenekoncular’ın ifade vereceği Beşiktaş Adliyesi’nde, o zamanlar DGM, işte bu şekilde icra-yı faaliyette bulunuyordu.

Savcı’nın beni sorgulamak istemesinin sebebi, derginin Mart sayısı için yazmış bulunduğum imzasız “Yayıncı’dan” başlıklı editör sunuşuydu. Orada, İstiklâl Marşı’mızda “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” ifadesinin yer aldığını, Kurtuluş Savaşımız’ın Yunan Genelkurmayı’na karşı bu amaçla ve bu ruhla gerçekleştirildiğini, bu ruhun bugün de devam ettiğini dile getiriyordum. Doğal olarak Savcı Enver Çoban’ı rahatsız eden husus, Yunan Genelkurmayı aleyhindeki bu ifadeler değildi. O, başörtüsü yasağının bir insan hakları ihlâli olduğunu söyleyerek YÖK’ü eleştirmemden “kıllanmıştı”. Benden ayakta durarak sorularına cevap vermemi istemişti. Bunun bir aşağılama olduğunu düşündüğüm için ellerimi arkamda kavuşturarak ayakta durmuştum. (Daha sonra bir savcı arkadaştan, bunun usulden olduğunu öğrenecektim.) Savcı beni sorguya çektikten sonra, görevli memura, benim ağzımdan, yaklaşık bir sayfalık bir ifade yazdırmıştı. İmzalamam için bana verildiğinde metni okumuş, oradaki, “Bu yazıyı kimin yazdığını mahkemede açıklayacağım” şeklindeki ifadenin “İstersem açıklarım” olarak değiştirilmesini istemiştim. Satır arasına bu beyanı sıkıştırmışlardı.

Savcı’nın bana yönelttiği suçlama, halkı kamplara bölmek, toplumun bir kesimini diğerine karşı kışkırtmaktı. Fakat, bir gün gelecek, aynı savcının, beni sorguladıktan dört yıl sonra, Mart 2001’de, yazdığı bir iddianamede bölücülük yapmakla suçlanmış olduğunu Google sayesinde öğrenecektim. Türk Ceza Yasası’nın 169. maddesi uyarınca haklarında “yardım yataklık” suçlamasıyla dava açtığı kişilerin “cezaevi sorunlarına karşı duyarlı olduklarını” söylediklerini belirten Savcı, yazdığı iddianamede şu değerlendirmeyi yapmış bulunuyordu: “Ancak, sanıkların çoğunun terörün yoğun olduğu Doğu bölgesi nüfusuna kayıtlı olmaları ve eğitimsiz olmaları nedeniyle samimi bulunmamıştır.”

Yani, kanun karşısında herkes eşitti, Batı bölgesi nüfusuna kayıtlı olanlar daha eşitti; kanun karşısında herkes eşitti, eğitimliler daha eşitti.

Bu, George Orwell tarafından yazılmış fabl türü bir roman değil, bir hukuk adamının yazdığı iddianameydi.. Aynı savcı, 3 Şubat 2000 günü ise, 17 Ağustos depremi hakkında Gölcük sakinlerini rahatsız edecek beyanlarda bulunmuş olan Cübbeli Ahmet’e karşı elinden geleni ardına koymayacak, onun tutuksuz yargılanmasına bile tahammül edemeyecekti: “Ünlü’nün serbest bırakılmasına itiraz eden Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Enver Çoban, bir üst mahkemeye başvurup, Ünlü’nün tekrar gözlem altına alınmasını istedi. Bunun üzerine, Cübbeli Ahmet Hoca tekrar gözlem altına alınarak, İstanbul Nöbetçi 6 No’lu DGM’ye getirildi. Ünlü, deprem konusunda yaptığı konuşmasında, devlete ve orduya hakaret ettiği iddiasıyla gözlem altına alınmıştı.

Ahmet Ünlü’nün tutuksuz yargılanmasında toplum için büyük tehlikeler gören Savcı, dört ay gibi kısa bir sürede büyük bir değişim yaşayacak, bu yüzden Alaattin Çakıcı’nın adamları konusunda son derece özgürlükçü bir tavır takınacaktı: “Alaattin Çakıcı’nın amcası Nihat Çakıcı ve adamı Ali Onsekiz’in evlerinde bir timi donatacak malzeme ele geçti. Savcı Enver Çoban’ın mahkemeye sevk etmeden serbest bıraktığı Çakıcı ve Onsekiz’in evinde, çeşitli tabancalar, pompalı ve otomatik tüfek, gece görüş dürbünü, keskin nişancı dürbünü, kamuflajlı çelik yelek bulundu.”

Ancak, aynı savcı dört yıl sonra tekrar büyük bir değişim yaşayacak, Doğulu olma ve Alaattin Çakıcı gibi bir yeğene sahip bulunmama bahtsızlığına uğramış sabıkasız bir genç için, sadece bir tabanca taşımış olması yüzünden tutuklama kararı çıkartacaktı: “Ağrı’dan İzmir’deki ağabeyinin yanına gelen Bakım Önaç (26), bir süre önce barlar sokağında ruhsatsız silahla birlikte ele geçirildi. Gözaltına alınan Önaç, Savcı Enver Çoban tarafından sorgulandıktan sonra tutuklanması talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. İstanbul’daki Barış Dönmez cinayetinden ders alınması gerektiğini düşünen savcı, CMUK’un 104’üncü maddesi uyarınca sanığın tutuklanmasını istedi. Madde, ‘delillerin karartılması ve yok edilmesi, delillerin toplanmaması ve toplumda infial uyandırma’ fiillerini kapsıyor. Mahkeme Enver Çoban’ı haklı buldu ve sanık tutuklandı. Bunun üzerine sanık avukatı bir üst mahkemeye başvurdu. Avukat Sevgi Sakarya itirazında, silahın temiz çıktığını, müvekkilinin sabıkası olmadığını anlattı ve Bakım Önaç’ın tutuksuz yargılanmasını istedi. Ancak avukatın talebi reddedildi.”

Savcı Enver Çoban beni neden yargılatıp içeriye attırmak istiyordu?.. Neden benim üzerime geliyorlardı?.. Cübbeli Ahmet gibi meşhur biri değildim, herhangi bir unvanım yoktu, yayınlanmış bir kitabım bile bulunmuyordu. 1992 yılından sonra İslâm Dergisi’nde kendi imzam ile (hatırladığım kadarıyla) sadece iki yazım yayınlanmıştı; ne yazılarımı merak eden bir okur kitlem, ne de vaaz, sohbet ya da konferanslarımı dinlemek isteyen taraftarlarım vardı. Muhtemelen hedef seçilmiş olmamın nedeni, belirli odakların, Es’ad Coşan Hoca’nın tutumunun bireysel olduğunu, İskenderpaşa Cemaati tabanında karşılığının bulunmadığını, bunun bir istisnasını teşkil ettiğimi düşünüyor olmalarıydı. İkinci bir neden de, benim Vefa Yayıncılığa ait dergilerin yayın çizgisi konusunda malum odaklar tarafından yapılan telkinlere açık olmayı kabul etmemem olabilirdi..

Savcı’ya ifade verdikten kısa bir süre sonra bir vesileyle karşılaştığım Av. Yalçın Ünal, konuyu bana sormuş bulunuyordu. Basın Kanunu’na göre yazarı açıklamak zorunda olmadığımı, ancak işverenim konumunda olanların “böyle bir yazıyı kendilerinin verdiklerini ve yazarı açıklamak istemediklerini” beyan etmeleri gerektiğini söylemişti. Bu durumda benim cezalandırılmam söz konusu olmuyor, işveren için de fazladan bir risk ortaya çıkmıyordu; aksi takdirde sorumlu müdür olmam nedeniyle mesuliyetim devam ediyordu. Ancak, Genel Müdür benimle karşılaştığında bu konulara hiç girmiyor, hiçbir şey sormuyordu, başkalarından, meselenin salt benim yazıyla ilgili olduğunu öğrenmiş ve sessizliğe gömülmüştü. O sıralarda bir daha dönmemek üzere yurtdışına çıkmış olan ve kendisini telefonla arayan Esad Coşan Hoca’nın, “Yazımla ilgili dava açılmış, öyle mi?” şeklindeki sorusu karşısında, “Hayır efendim, mesele Seyfi’nin yazısı ile ilgili” diye müjdeyi vermiş bulunuyordu. Çalıştığım şirketin bana avukat bulması ve hukukî destek sunması gibi birşey söz konusu değildi. Dolayısıyla, kendi savunmamı kendim yapmam, kimseden yardım beklememem, kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışmam gerekiyordu; güvenilmeyecek, güvenilir ve emin olmayan, sıdk u sadâkatten pek fazla bir nasip edinmemiş bir topluluk içinde bulunduğumu o gün artık anlamaya başlamış durumdaydım.

Konuyla ilgili olarak, bize komşu bir ilçeden olduğu için hemşerim sayılabilecek bir avukat arkadaşa vekâlet vermiş bulunuyordum. Ancak, avukatımın konuyu takip etmesine gerek kalmamıştı. Aylar geçtiği halde beni ne Savcı, ne de DGM aramıştı. Savcı’nın vicdanlı bir adam olduğunu, 28 Şubatçılar’ın baskısı yüzünden beni sorgulamak zorunda kalmış bulunduğunu, bana yöneltilen suçlamanın gülünçlüğünü fark etmiş olduğunu düşünüyordum. Fakat kazın ayağı öyle değildi. Sonbaharda DGM’den gelen bir yazı, Ağustos ayı içinde gıyabımda yargılandığımı, çıkan basın affı yasası kapsamında dosyamın üç yıl için rafa kaldırıldığını, bu süre zarfında benzer bir suçtan yargılanıp mahkum olmam durumunda tekrar aynı davadan yargılanacağımı bildiriyordu.

Söz konusu basın affı, Haziran’da yıkılan Erbakan-Çiller hükümeti yerine iktidar koltuğuna oturan DSP-ANAP-MHP (Ecevit, Mesut Yılmaz, Bahçeli) troykası tarafından, Fatih Çekirge gibi 28 Şubat gazetecilerinin yargılandıkları davaların düşürülmesi için çıkartılmış bulunuyordu. O günlerde, “Demek ki, basın affının çıkmış olmasından dolayı, Ağustos ayındaki duruşma için beni mahkemeye çağırmaya bile gerek görmemiş, rahatsız etmek istememişler” diye düşünmüştüm.

Ancak, kazın ayağı yine öyle değildi. 1998 yılı başlarında evimizin kapısına gelen bir polis memuru, Ağustos duruşmasına katılmam için şahsıma yapılan tebligatı içeren yazıyı teslim ediyor, evrak arasına karışıp unutulmuş olduğu için gecikme yaşandığını söyleyerek özür diliyordu.

(Devamı için bakınız:

https://tavassut.wordpress.com/2015/02/21/28-subatin-yildonumu-yaklasirken-bir-28-subat-anlatisi-2/)